Yaşantılarımız süreçlerin örgüsü
gibidir. Sanki bu örgünün her telinde bir
başlangıç anından yola çıkarsın. Sonra her biri diğerini etkileyen adımlar atar,
bir bakıma ilerlersin. Ya bir sonuca varır; ya da bir yerinde terk edip yarıda bırakırsın.
Yaşam böyle üst üste bir dolu kesişmelerden ibarettir. Kısası olur, uzunu olur
kesişmelerin. Yıllarımızı alan ilköğretim de bir süreç; her gece el ayak
çekilince içine dalıp için için duygulandığımız romanı sayfaları tükeninceye
dek on beş yirmi günde okumak; gazete ilanına kapılıp indirimden bir kaban alma
seçimiyle hafta sonu saatler süren mağaza turları tamamlandığında, o zeytin
rengi 56 bedende karar kılmaya varan birkaç gün de bir süreç. Aslına bakılırsa
yaşamın kendisi, tamamını gördüğümüz –ne görmesi, içinde var olduğumuz- ve
mutlaka bitirdiğimiz süreçlerimizin en uzunu.
Bazı süreçler bir defalıkken – apandisitini
birden çok aldırana rastlamadım-, bazıları sık sık tekrarlanır. Ankaramızın Bahçelievlerinde
park yeri ararken bir sokaktan diğerine dön baba dön aynı şeyleri yaşarsın; sabah
işe gitmeden evde yaşadığın o yarım saatler yüzlerce kez yinelenmiştir; yeni
tanıştırıldığın üç gencin adlarıyla yüzlerini birleştirip anımsayabilmek için
gereken o minik gayret gerekliliği başına kimbilir ne çok gelmiştir ve
bilmediğin Osmanlıca ya da Latince sözcük için iki üç ayrı yere bakınmak da
ayda yılda bir ama mutlaka bir daha bir daha olur.
Defalarca izlenen süreçlerde
tercih ettiğimiz biçimler oluşur. İşte alışkanlık, öğrenilmiş ve benimsendiği
için benzer durumlarda tekrarlanması tercih edilen süreçler ya da süreç
adımlarıdır. Salonda olsun, sokakta
olsun düğün dedin mi sonunda halay çekme adımına varılır. Çünkü alışılmıştır. Ortaokulda
bir arkadaşım bazı derslerde ilk on dakika geçtikten sonra sıkılır, fırsatını
buldukça, tribünleri, oyun sahası,
çevresindeki açık alanlarıyla farklı farklı stadyumların resmini çizmeyi
sürdürürdü. Alışkanlığıydı bu. Teneffüslerde yarıda kalan resimli sarı kağıdını
katlar defterinin arasına saklardı. Bir resmi bitirmesi bazen günler alırdı.
Her seferinde başka bir stadyuma başlayan bu yetenekli arkadaşımın sonradan yetkin
bir teknik ressam olduğunu duydum.
Neden alışılır ki? Bazıları beden
enerjisini tüketir, bazıları da insan ilişkilerinin dolambaçlarında duygularını
aşındırırken tutumlu olmak için. Bir başka grup alışkanlık ise çevrende kabul
göreceği bilindiğinden, fazla tepki çekmeden rahat yaşamak içindir. Huzur
veren, yapılamadığında keyif kaçıran alışkanlıklarımız da az değil. Düzenli
spor yapanlar, öğünlerini belli saatlerde yiyenler, ille de sabah okunacak
günlük bir gazeteye dadanmışlar, beş vakit namaz kılanlar, otuz gün oruç
tutanlar bu alışkanlıklarında aksama olduğunda huzursuzluk duyar. Yaşama ritim
katar böyle alışkanlıklar. Müziğin, ritmi duymakla başladığı gibi, alışkanlık da
pürüzsüz olmalıdır. Yoksa yaşamın müziği bozulur adeta. Vicdan diye bildiğimiz
de, iki yüz bin yıllık insanlaşma tarihimizde geride bıraktığımız on bin kuşak
nine ve atalarımızın duygu alışkanlıklarından süzülüp artakalanlar olmasın
sakın? O vicdan ki, örtük bir alışkanlık grubudur belki de. İçimizi hiç rahat
bırakmayandır. Yalan neden içimizi yer?
Çoğu katil, yıllar geçse de, bir biçimde neden
“suç mahalli ”ne uğrar?
Alışkanlık kolay yerleşmez.
Tekrarlama ister. Karışık dilli “Et
tekrarü ahsen, velev kanu yüz seksen.” deyişini bilmeyen yoktur. “Tekrar daha
iyidir, yüz seksen (kez) bile olsa.”. Beyin araştırmaları, bilgiyi oluşturan ve
bilgi derinleştikçe karmaşıklaşması gereken bağlantıların, üzerlerinden
defalarca geçilmekle var olabildiklerini, yeni bir bağlantının ancak eski
bağlantıların gelişmesi ile oluştuğunu kanıtlıyor. İngilizlerin ünlü kalecisi
Gordon Banks, her antrenman sonundaki ayrı çalışmasında iki yüz köşe vuruşu yaptırır,
farklı durumlara alışkanlık kazanırmış.
Alışkanlık, var olan bir başka alışkanlığın
yerini alacaksa, yeninin tutunması, direnen alışkanlıklara üstün gelebilmek
için savunma dayanakları ister. Durup dururken beşinci kattaki evime niye alıştığım
gibi asansörü kullanmayıp merdivenle çıkayım ki? Onun için, basküllerin biraz
az egzersiz yaptığımı fısıldadığını anımsamam gerekir. Kapalı alanlarda sigara
yasağı geldi. Acaba ne oldu da özellikle kentler arası uzun otobüs
yolculuklarında bu denli kolay yerleşti diye kime sorsam, sigarayı azaltmak
hatta bırakmak isteyenler için “İşte fırsat, hiç değilse az içmiş olurum, fena
mı?” dayanağı söylendi. Hatta kısa molalarda üst üste sigara yakanlar, otobüs
yola koyulunca yeniden kapalı alanda içmeme alışkanlığına dönecek iradeyi
kolayca buldular. Tabii bazen de dayanak, grup davranışından sapmama güdüsüdür.
Avrupa’da iken trafik kuralına milimi milimine uyan gurbetçilerin, Kapıkule
takının altından yurda girer girmez bambaşka olmalarını her iki yerdeki grup
davranışının kabulüyle, “Amaan bana ne gerek? Başkaları da öyle yapıyor” dayanağıyla
açıklarım.
Alışkanlıkta benimsemeyi
kolaylaştırmak bir de araçsal yardım ister. Bankalarda, hastane
polikliniklerinde, postanelerde numara alma ile sıra bekleme çıktı çıkalı, hele
numara alma gruplandırmayla (gişe işlemine ayrı numara, evrak teslim almaya
ayrı numara gibi) yapılmaya başladı başlayalı, tanıdık memur arama,
kuyruktakilerle pazarlık, kaba güce ya da acındırmaya başvurma türü alışkanlıklar
yavaş yavaş sönümlenir oldu. Bir de fiyatlama hatta ufaktan kazanç sağlama,
alışkanlık oluşturmanın bilinen en yaygın araçlarındandır. Otomobil sürücüleri yakın
noktalara park etmesin de sıkışıklık olmasın istendiğinde, otopark ücretleri pahalandırılıp
çeşitlendirilir.
Özetle tekrar, dayanak ve araçları
vardır alışkanlık yerleştirmenin. Bu üçlüden ya en az biri eksik bırakılır, ya
da biri diğerini zayıflatırsa alışkanlık edinilemiyor. Her önerisini, “Zihniyet
değişmeden olmazzz arkadaş” , “Her işin başı eğitim”, “Niyet önemli, niyet”,
“Dayayacaksın cezayı, gör bak nasıl oluyo!”, “Bastıracaksın parayı, masrafı göze
alacaksın, yok öyle bedava.”, “Bunlara
sabah, öğle, akşam yaptırdım mı üç öğün talimi, mum olurlar, mum.” diye
tamamlayanlar az değil. Her biri üçlünün bir ayağıyla basıp koşulabileceği
iddiasıdır. Oysa bunlar bir başlarına alışkanlığa yetmez.
Hep merak etmişimdir: Neden ortak
amaçlarımıza erişmede ilk elde örgütlenmeye kalkışmayız? Kurum ya da organizasyon
düzenine değil, keyfe göre yönlendirilmeye alışmışızdır da ondan. Daha kötüsü,
farklı bir alışkanlık oluşturmak için gerektiği kadar tekrar, sesi daha çok
çıkanın peşine takılıp gitmektense enine boyuna tartılıp karar verilecek bir
hareketin daha etkili olacağına dair sağlam düşünsel dayanaklarımız ve nihayet
örgütlenmeyi canlı tutacak, eksiklikleri tamamlayacak araçlara erişmek zordur. Ya
uzlaşma? Ona da pek alışılmıştır diyemeyiz bizim coğrafyada. Başlangıçta beraberken
ayrı yollara dağılmaya daha yatkın olmak, yine alışkanlığın ağır basmasındandır.
Uzlaşamama alışkanlığı bir de kutsanır, güzelleştirilir bizde. TV dizileri, dikkat
edin, ustaca kotarılmış büyük uzlaşmaları mı, derin ayrılıkları mı tekrar
tekrar dramatize ederler? Ayrılıklar yerine, her şeye karşın ortaklıkta kalıp kazançlarını
birlikte artırmaya duyulan güven için dayanak bulmak kolay mı? Ya uzlaşmanın
araçları? Örneğin nesnelliğinden kuşku duyulmayacak bilgi kaynakları, işlerin sözleşildiği
gibi yürütülmesini gözetecek denetçilik, ortak olduğu kuşku götürmez değerlerimiz
araç olarak kullanılabilir mi?
Alışmak gerek dediğimiz her yeni tutum, dikkatle anlaşılacak tekrar-dayanak-araçlar
üçlüsünü bir arada tasarlamayı gerektirir. Tasarlayanlara kolay gelsin.