4 Mart 2015 Çarşamba

Alışmak gerek


Yaşantılarımız süreçlerin örgüsü gibidir.  Sanki bu örgünün her telinde bir başlangıç anından yola çıkarsın. Sonra her biri diğerini etkileyen adımlar atar, bir bakıma ilerlersin. Ya bir sonuca varır; ya da bir yerinde terk edip yarıda bırakırsın. Yaşam böyle üst üste bir dolu kesişmelerden ibarettir. Kısası olur, uzunu olur kesişmelerin. Yıllarımızı alan ilköğretim de bir süreç; her gece el ayak çekilince içine dalıp için için duygulandığımız romanı sayfaları tükeninceye dek on beş yirmi günde okumak; gazete ilanına kapılıp indirimden bir kaban alma seçimiyle hafta sonu saatler süren mağaza turları tamamlandığında, o zeytin rengi 56 bedende karar kılmaya varan birkaç gün de bir süreç. Aslına bakılırsa yaşamın kendisi, tamamını gördüğümüz –ne görmesi, içinde var olduğumuz- ve mutlaka bitirdiğimiz süreçlerimizin en uzunu.

Bazı süreçler bir defalıkken – apandisitini birden çok aldırana rastlamadım-, bazıları sık sık tekrarlanır. Ankaramızın Bahçelievlerinde park yeri ararken bir sokaktan diğerine dön baba dön aynı şeyleri yaşarsın; sabah işe gitmeden evde yaşadığın o yarım saatler yüzlerce kez yinelenmiştir; yeni tanıştırıldığın üç gencin adlarıyla yüzlerini birleştirip anımsayabilmek için gereken o minik gayret gerekliliği başına kimbilir ne çok gelmiştir ve bilmediğin Osmanlıca ya da Latince sözcük için iki üç ayrı yere bakınmak da ayda yılda bir ama mutlaka bir daha bir daha olur.

Defalarca izlenen süreçlerde tercih ettiğimiz biçimler oluşur. İşte alışkanlık, öğrenilmiş ve benimsendiği için benzer durumlarda tekrarlanması tercih edilen süreçler ya da süreç adımlarıdır. Salonda olsun, sokakta olsun düğün dedin mi sonunda halay çekme adımına varılır. Çünkü alışılmıştır. Ortaokulda bir arkadaşım bazı derslerde ilk on dakika geçtikten sonra sıkılır, fırsatını buldukça,  tribünleri, oyun sahası, çevresindeki açık alanlarıyla farklı farklı stadyumların resmini çizmeyi sürdürürdü. Alışkanlığıydı bu. Teneffüslerde yarıda kalan resimli sarı kağıdını katlar defterinin arasına saklardı. Bir resmi bitirmesi bazen günler alırdı. Her seferinde başka bir stadyuma başlayan bu yetenekli arkadaşımın sonradan yetkin bir teknik ressam olduğunu duydum.

Neden alışılır ki? Bazıları beden enerjisini tüketir, bazıları da insan ilişkilerinin dolambaçlarında duygularını aşındırırken tutumlu olmak için. Bir başka grup alışkanlık ise çevrende kabul göreceği bilindiğinden, fazla tepki çekmeden rahat yaşamak içindir. Huzur veren, yapılamadığında keyif kaçıran alışkanlıklarımız da az değil. Düzenli spor yapanlar, öğünlerini belli saatlerde yiyenler, ille de sabah okunacak günlük bir gazeteye dadanmışlar, beş vakit namaz kılanlar, otuz gün oruç tutanlar bu alışkanlıklarında aksama olduğunda huzursuzluk duyar. Yaşama ritim katar böyle alışkanlıklar. Müziğin, ritmi duymakla başladığı gibi, alışkanlık da pürüzsüz olmalıdır. Yoksa yaşamın müziği bozulur adeta. Vicdan diye bildiğimiz de, iki yüz bin yıllık insanlaşma tarihimizde geride bıraktığımız on bin kuşak nine ve atalarımızın duygu alışkanlıklarından süzülüp artakalanlar olmasın sakın? O vicdan ki, örtük bir alışkanlık grubudur belki de. İçimizi hiç rahat bırakmayandır.  Yalan neden içimizi yer? Çoğu katil, yıllar geçse de, bir biçimde neden  “suç mahalli ”ne uğrar?

Alışkanlık kolay yerleşmez. Tekrarlama ister.  Karışık dilli “Et tekrarü ahsen, velev kanu yüz seksen.” deyişini bilmeyen yoktur. “Tekrar daha iyidir, yüz seksen (kez) bile olsa.”. Beyin araştırmaları, bilgiyi oluşturan ve bilgi derinleştikçe karmaşıklaşması gereken bağlantıların, üzerlerinden defalarca geçilmekle var olabildiklerini, yeni bir bağlantının ancak eski bağlantıların gelişmesi ile oluştuğunu kanıtlıyor. İngilizlerin ünlü kalecisi Gordon Banks, her antrenman sonundaki ayrı çalışmasında iki yüz köşe vuruşu yaptırır, farklı durumlara alışkanlık kazanırmış.

Alışkanlık, var olan bir başka alışkanlığın yerini alacaksa, yeninin tutunması, direnen alışkanlıklara üstün gelebilmek için savunma dayanakları ister. Durup dururken beşinci kattaki evime niye alıştığım gibi asansörü kullanmayıp merdivenle çıkayım ki? Onun için, basküllerin biraz az egzersiz yaptığımı fısıldadığını anımsamam gerekir. Kapalı alanlarda sigara yasağı geldi. Acaba ne oldu da özellikle kentler arası uzun otobüs yolculuklarında bu denli kolay yerleşti diye kime sorsam, sigarayı azaltmak hatta bırakmak isteyenler için “İşte fırsat, hiç değilse az içmiş olurum, fena mı?” dayanağı söylendi. Hatta kısa molalarda üst üste sigara yakanlar, otobüs yola koyulunca yeniden kapalı alanda içmeme alışkanlığına dönecek iradeyi kolayca buldular. Tabii bazen de dayanak, grup davranışından sapmama güdüsüdür. Avrupa’da iken trafik kuralına milimi milimine uyan gurbetçilerin, Kapıkule takının altından yurda girer girmez bambaşka olmalarını her iki yerdeki grup davranışının kabulüyle, “Amaan bana ne gerek? Başkaları da öyle yapıyor” dayanağıyla açıklarım.
Alışkanlıkta benimsemeyi kolaylaştırmak bir de araçsal yardım ister. Bankalarda, hastane polikliniklerinde, postanelerde numara alma ile sıra bekleme çıktı çıkalı, hele numara alma gruplandırmayla (gişe işlemine ayrı numara, evrak teslim almaya ayrı numara gibi) yapılmaya başladı başlayalı, tanıdık memur arama, kuyruktakilerle pazarlık, kaba güce ya da acındırmaya başvurma türü alışkanlıklar yavaş yavaş sönümlenir oldu. Bir de fiyatlama hatta ufaktan kazanç sağlama, alışkanlık oluşturmanın bilinen en yaygın araçlarındandır. Otomobil sürücüleri yakın noktalara park etmesin de sıkışıklık olmasın istendiğinde, otopark ücretleri pahalandırılıp çeşitlendirilir.

Özetle tekrar, dayanak ve araçları vardır alışkanlık yerleştirmenin. Bu üçlüden ya en az biri eksik bırakılır, ya da biri diğerini zayıflatırsa alışkanlık edinilemiyor. Her önerisini, “Zihniyet değişmeden olmazzz arkadaş” , “Her işin başı eğitim”, “Niyet önemli, niyet”, “Dayayacaksın cezayı, gör bak nasıl oluyo!”, “Bastıracaksın parayı, masrafı göze alacaksın, yok öyle bedava.”,  “Bunlara sabah, öğle, akşam yaptırdım mı üç öğün talimi, mum olurlar, mum.” diye tamamlayanlar az değil. Her biri üçlünün bir ayağıyla basıp koşulabileceği iddiasıdır. Oysa bunlar bir başlarına alışkanlığa yetmez.

Hep merak etmişimdir: Neden ortak amaçlarımıza erişmede ilk elde örgütlenmeye kalkışmayız? Kurum ya da organizasyon düzenine değil, keyfe göre yönlendirilmeye alışmışızdır da ondan. Daha kötüsü, farklı bir alışkanlık oluşturmak için gerektiği kadar tekrar, sesi daha çok çıkanın peşine takılıp gitmektense enine boyuna tartılıp karar verilecek bir hareketin daha etkili olacağına dair sağlam düşünsel dayanaklarımız ve nihayet örgütlenmeyi canlı tutacak, eksiklikleri tamamlayacak araçlara erişmek zordur. Ya uzlaşma? Ona da pek alışılmıştır diyemeyiz bizim coğrafyada. Başlangıçta beraberken ayrı yollara dağılmaya daha yatkın olmak, yine alışkanlığın ağır basmasındandır. Uzlaşamama alışkanlığı bir de kutsanır, güzelleştirilir bizde. TV dizileri, dikkat edin, ustaca kotarılmış büyük uzlaşmaları mı, derin ayrılıkları mı tekrar tekrar dramatize ederler? Ayrılıklar yerine, her şeye karşın ortaklıkta kalıp kazançlarını birlikte artırmaya duyulan güven için dayanak bulmak kolay mı? Ya uzlaşmanın araçları? Örneğin nesnelliğinden kuşku duyulmayacak bilgi kaynakları, işlerin sözleşildiği gibi yürütülmesini gözetecek denetçilik, ortak olduğu kuşku götürmez değerlerimiz araç olarak kullanılabilir mi?

Alışmak gerek dediğimiz her yeni tutum, dikkatle anlaşılacak tekrar-dayanak-araçlar üçlüsünü bir arada tasarlamayı gerektirir.  Tasarlayanlara kolay gelsin.