7 Mayıs 2024 Salı

VİCDANA BIRAKMAK*

Her birimiz birer ‘vicdanlı insan’ olsak adil bir dünyada rahat yaşar mıyız? Bazılarının vicdanı kara da çektiğimiz her şey “kara vicdanlı”lardan mı ötürüdür?

Vicdan, insanlığın hep merakla ve çok önemseyerek üzerinde durduğu bir konu olmuş. Dönüp tarihe baktığımızda vicdan için akıl ve ahlâk temelinde felsefi, bazen de kâh dini kâh politik amaçlarla pek çok yorum getirilmiş.Onu, ilahi kudretin verdiği bir yeti olarak görenler olmuş.

Vicdanın üzerindeki gizem perdesini kaldırmak gerek. Çünkü vicdan öteden beri sorular sorulacak ve derinlemesine sorgulanacak bir kavram olmak yerine erişilmez düzeylere yüceltilmesiyle biliniyor.

Vicdan, önem verilen konularda içte yansıyan yargılamalardır. Yani kişinin kendiliğinden, öz ahlâki değerleriyle dolaysız bir biçimde yargılamasını sağlayan iç yetisi. Bir de kişiyi bunu yapmaya yönelten (motive eden) iç duyu imiş. Kişinin kendi edimlerini, tüm yapıp etmelerini ahlaki bakımdan yargılama yetisi vicdandadır. Bir başka ifadeyle vicdan, içimizin bilinci, kendi derinliğimizin bilinç düzeyidir derler.

Vicdan aracılığıyla kendimizi içimizde bir yargıç var gibi değerlendiririz. Burada birey, biri eyleyen diğeri o yaptıklarını izleyen iki kişi gibi oluverir. Siz hiç ayna karşısında ve etrafta kimseler yokken, ufacık ve bazı bazı da olsa kendinizi yargıladığınızı fark etmediniz mi?  İşte bununla, tam olarak antik Yunandaki vicdan kavrayışını yansıtırmışız biz insanlar. Vicdan bir de ahlâkın bireyin kişiliğini doğrulayan yanı. Benliğin işidir diye vicdanın başvurduğu ahlâkın her şeyiyle içimizden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Dışımızın hem ahlâkı oluşturmada hem de onun kurallarıyla yargılama yapmamızda derin etkisi var.                                     

(Fotoğraf : https://imgflip.com/memetemplate/120274857/man-yelling-at-mirror)

Bakın hepimizin mutabık kaldığı toplum sözleşmemiz dediğimiz anayasa ne der: “Hâkimler, .. anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” . Böyle diyerek yargıçların esas olarak vicdani tercih yapmalarını ister anayasa. Fakat bunu yaparlarken  kendi dışlarında belirlenmiş olgulara uyumlu olmaları, yasa ve hukuk bilgisine başvurma zorunluğunu belirler. Örneğin yasaların güvencesi altındaki hayvan haklarını düşünelim. Bir yandan sokak hayvanları çocuklara korku salıyorlar, insanlara tehdit olarak görülürler. Yargıçların  ve kamunun vicdanı bunu hoşgöremez. Sokakları bu hayvanlardan arındırmak vicdanın bir yanına doğru gelebilir. Öte yandan vicdanın bir de “Canlı bunlar. Yazıktır. Yaşasınlar, ama insanlardan uzağa, kırlara sürelim.” diyen sesi duyulur. Ya yasalardaki durum? Sokak hayvanlarından, onların canlarına kıyarak, ya da onları alıştıkları, karınlarını doyurabildikleri yerlerden uzaklaştırıp zorla kırlara bırakarak kurtulmaya izin verilmez. Yargıçtan vicdani hükümünü bunları söyleyen yasalara uydurması beklenir. Yani dışarıdan gelene de açık olacaktır yargıcın vicdanı.

“Dışarısı” demek diğerleri demek. Diğerleriyle etkileşim vicdanımızı biçimlendirmede etkilidir. Yaptıklarımıza karşılık gördükçe davranışımızın kabul edilip edilmediğini anlarız. Vicdan başkalarını izleyip tercihlerini anladıkça da oluşur. 

Ama araştırmacılar, bu dışarıdan etkilenme her birimizde aynı sonucu yaratmaz diyor. Yani vicdan, eninde sonunda yansız, dosdoğru, her akıllının varacağı aynı neticeyi verecek sanmayalım. Vicdana seslenmek, yaptığımız ettiğimize ahlâken haklılık kazandırmaz. Çünkü onun asıl işi kendi tutumuzu iç dünyamızda savunmak, haklı buldurmaktır. Vicdan, ille de başkalarını eylemimizin doğruluğuna ikna etme zorunluğu taşımaz. Vicdanın hepimizin ortak doğrusuna (neyse o artık!)  yönelik olduğunu düşünmeyelim. O yüzden, başta kulağa hoş gelse bile, Ankara Emniyet Müdürlüğünün dış duvarında yazan “Herkesin polisi kendi vicdanıdır.” sözüne inanmakta zorlanırım. Çünkü vicdanlarımız üzerinde süzülüp gelmiş izlenim ve değerler, bizlere özgüdür. Vicdanımın el verdiği bir şey, diğerine ters gelebilir. Üstelik bunlar duygularda sabitlenecek kadar çok defa tekrarlanmıştır, güçlüdür, kolay değişmez.

Vicdana kaynaklık eden bireysel ahlâkımızın, zaman içinde, kendimizin ürettiklerinden çıktığı fikrine daha çok eğilimliyim. Bu anlayışa göre büyük oranda içinde yoğrulduğumuz kültürün ve yetiştirilişimizin kazandırdığı yargılama yetimiz durmaz, gelişir. Yine nörobilimin kanıtlarıyla desteklenen bu fikre bakılırsa, yetideki gelişme, akıl yürütmeden ziyade sezgi kaynaklıdır. Ayrıca duygularımızın etkisindedir. Bundan ötürü öncelikle vicdana dayanarak doğrudan iyilik geleceğini beklememeliyiz. Ondan sonra diyalog, kanıtlama ya da topluluk iletişimi yollarından ziyade, vicdanı oluşturmada sezgi ve duygulara hitap eden yolları benimsemeliyiz. Ne ki o yollar? Bence onaylanma, doyum ve ödül. Bunlarla içimizde bir kıpırtı olur. Dışarının içimizdeki yansımalarına kalmıştır iş.  Alın örneğin suçluluk duygusunu. Gelişimsel psikoloji çalışmaları bir şeyi göstermiş: Kabahate yönelmemizi engelleyen bu duyguyu ateşleyerek kendi kendimize verdiğimiz değeri düşürmek, vicdanın işi imiş. Suçluluk duyacaklarımızı yapmamak. Kendimizle gururlanmak, doyum elde etmek buradan geçiyor o halde.

Düşündükçe aklıma gelir: vicdan yalnızca kabahat işlememizi engelleyen yargılarımız değildir. Olumlu, sağlıklı tutum almanın gerisinde de vicdan olabilir. Yani yanından geçip gitsek, hiç elimizi uzatmasak pek bir şeyin fark etmeyeceği şeyleri iyiliğe yöneltmek, düzeltmek, güzelleştirmek de vicdanla ilgili. Kaldırımın ortasına fırlatılmış boş pet şişeleri, içi boşaltılmış koca boy çerez paketlerini, rüzgarda uçuşan poşetleri kaldırıp atık kutusuna atmasak kabahat mi olur? Hayır, ama öyle değil işte. Bir an, ambalaj atığının ne anlama geldiği bilgisi ile “yerdeki kirliliğe el uzatmamak gerek”, hatta “işin mi yok!” diyen bilinç karşılaşır.  Kabahatimiz yoktur, kimse hesap soracak değildir. “Yine de böyle olmamalı” diyen iç bilinç yargılaması ile tutar o atığı yerden alırız. Bunu yaptıranı soran olursa, ben “Vicdandır arkadaşım” diyorum.

Bu dediğim, düşeni kaldırmak, görme engelliyi karşıya geçirmek, askıda ekmek uygulamasına katkı gibi şeylerle sınırlı değil. Onlar yardımdır. Elbette onlar da vicdanın işidir. Ama onlardan gayrı vicdanla yaptıklarımız var. Başta dayanışma gelir bence.

Dayanışma, ortak davranırken bugün elde edilebilecek çıkarı gelecek yıla ertelemeyi, kişisel yararın azlığını bile bile göze alarak başlar. “Kaz gelecek yerden pilici esirgememek”ten uzaklaşmaktır. Dayanışmada bir iç huzur, bazen kelimelerle anlatılamayacak bir rahatlama, ortaklaşma hazzı duyarız. İşte onu yaptıran vicdanın kendisidir. Üstelik yukarıda dedik ya, sonunda ele geçen onaylanma, doyum ve gönül ödülleri sayesinde dayanışma, vicdan üzerinde çalışır, onu işler, yeniler, değiştirir.

Komşuluğu da böyle görelim. Bir tek karşı kapıyı çalıp dönüşünü beklemeden bir kase aşure vermeyi değil.  Daha çoğunu, daha fazlasını. Mahalle, semt ortaklığı komşuluğundan söz ediyorum. Eğer komşuluğu onaylar, komşuluğun vereceği doyumu artırır, ödüllerini çoğaltırsak tutumlarımız vicdanlara bırakılacak noktaya gelir. Gözünüzü kapadığınızda karşıdan karşıya geçen kim olursa olsun yol veren sürücüleri, susuzluk çeken ağaç fidanına evinden su taşıyan sokak sahiplerini, aracını tam köşeye park etmeyip dönüş yapanın görüşünü tıkamayı kendine yediremeyenleri, kirletmemeyi benimsemişleri hayal edebilirsiniz. Bunlar çoğaldıkça öteki vicdanlar da topyekûn düzelmeyi cevapsız bırakmaz.

Yaşantımızda olanlar vicdana bırakmaya değmesine değer, ama vicdanı nasıl oluşturuyoruz? Işte yapacağımız buna hak ettiği özeni göstermek.

* Bu yazıda Stanford Felsefe Ansiklopedisinden yararlanıldı https://plato.stanford.edu/entries/conscience/


15 Aralık 2023 Cuma

Zihniyet ah zihniyet!

 Ne çok takmışızdır şu zihniyet işine. Bir meseleyi konuşanları düşünün. Büyük çoğunluğuna göre düzelmeyeceğine inandığımız ne varsa hepsinin gerisinde zihniyet vardır.

Zihniyet, yerleşmiş ve genelleşmiş değer yargıları ve kabullerin toplamıdır. Yerleşmiştir çünkü kolay kıpırdatamazsınız. Bırakın değiştirmeyi, kan ter içinde kalarak itip kaksanız dahi yerleştiği ortamda çok zor oynar. Hacıyatmaz gibidir mübarek, sallanır sallanır yerine döner! Bunun üstüne bir de genelleşmiştir. Bir zihniyet evden işyerine, eğlenmeden öğrenmeye her yerde kendini gösterir.  Bireyselde, toplumsalda, ha resmiyette ha özel yaşamda, fark etmez.

Zihniyet kendini küçük, ilk anda önemsiz görünen işaretlerle gösterir. O işaretin gerisinde ne vardır azıcık düşünün, örtük de olsa bir zihniyet usulca kendini gösterecektir. “Merhaba. Yine ben!” diyebilir.


İşlevi kalmamış, gösterdiklerinin yerinde yeller esen tabelalar. Buyurun şu yukarıdakine bakalım. Yıllar önce kapatılmış bir PTT şubesinin yolunu gösterir pırıl pırıl bir tabela. Hep gözüme çarpar.  Şubeyi kapatanlar sökülmesine gerek duymaz. Aylar, yıllar geçer kaldırılmaz. Kaldırılmasını isteyen çıkmaz. Herhalde pek dikkat de çekmez.

Olasıdır ki, o tabelalar yerlerinde dururken de kimsenin baktığı, okuduğu, dikkate aldığı yoktur. Bir de “Yerinde kalsa kime zararı var?” deyip yanından geçiliveriyordur.  Yazıya, yazılı olana, yazılıp bırakılana ilginin azlığı zihniyetin izini taşıyor mudur acaba? Okumanın, kuralın, yazının, doğru bilginin önemsizliği, buna karşılık birilerinin sözüyle hareket etmenin ya da 'kalabalık ne yapıyorsa onu tekrar etmek' yeter. İşte bu zihniyetinden olmasın?

“Bükemediğin eli öpeceksin.” zihniyet örneğini söylemeden geçemem. Bir hocamın vaktinde bu söz için dediği gibi, “El bükmekle el öpmekten başka seçenek olmayışının kabulü” değil midir bu? Otoriter bir zihniyeti benimsemiş olmaya inanmanın, güçlüden yana çıkmaktan başka yol bilmemenin sonucudur bence. 

Celal Şahin’in unutulmaz taşlama sözlerinden bir bölümüdür bu üstteki. “Adamını bulacaksın” başka bir tipik zihniyet.
Ne usul, ne öncelik, ne de plan.
Yalnız sözü geçen görevinde seni kayıracak bir insan.

Elbette zihniyetin her türlüsünü olumsuz görmek olmaz. Böyle yaparsak bir çıkmaz yol zihniyetine kapılmışız demektir. İnsan değerine saygıyı, vefayı, yardımlaşmayı, bilgeliği yücelten genel yargılar, önkabuller de var. İdeali için dürüstçe kişisel bedeller ödeyene, şehite, içtenlikli hayırsevere diğer özellikleri bir yana, başka bir gözle bakılır.

Zihniyet konusunda cesaretlendirici bir yön daha; zor da olsa zihniyetin değişme yolu açılabilir. Elbette bu, zaman ister. Albert Einstein “Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan zordur” demiş. Öyle olsa da, zamanın törpüleyici, bükücü, en sonunda kırıp parçalayıcı etkisini bir kenara bırakamayız. Önce küçük küçük belli belirsiz olur zihniyet değişimi. Ancak kafayı takanlar fark eder bu safhada. Sonra hız kazanır ve katılmayanın kaybedeceği derecede yerleşivermiş farklı bir zihniyete yerini bırakır.

Tek tek temasla insanların zihniyetini değiştirmek zor. Ama bunun bir ölçü daha kolayı var. O da kitlesel davranışların doğurduğu iklimde zihniyetin zorlanması. Küçük kitleler halinde insanlar uydukça, hele bir de çevreye ses verirlerse zihniyet sarsılabilir. Kökleri fırtınada oynamış  dev ağaçlar gibi olur.

Sigara yasağı bunun bir örneği. 80’li yıllar öncesinde  kim derdi ki, dükkan sahibi müştersi yokken dahi, içerisi yerine kaldırıma çıkıp sigarasını tüttürecek? Ya da otobüs dolusu insan, 3-4 saatte bir mola verilesiye dek yanındakiyle muhabbetine sigarasız devam edebilecek? Yavaş yavaş okul bahçelerinden de uzaklaşılıyor, farkında mısınız? “Sigaramı yakarım dumanına bakarım, kime ne?” zihniyeti yerini mahcupca “Burada içiliyor mu acaba?” ile izin almaya, “Yapmayın n’olur, o kuytuya, o izbe yere kadar mı gideceğim?” yalvar yakarlarına vardı bu iş. Nasıl oldu? Kural, takip, ısrar, nezaket içinde topluluk baskısı, gerektiğinde uzun izahlarla.

“Elinde yalnız çekiç varsa hep çakılacak çivi ararsın.” dar bakışlı zihniyetin geri planında neyin yer aldığını güzel anlatır. Elindeki araçları, seçenekleri çoğaltmak. “Başka ne yapılabilir? Farkı ne olur?” sorusunun değeri büyük. Araçlar kültürün, o da zihniyetin temel taşlarındandır. Cep telefonları ile fotoğraf ve video çekme aracının, mahremiyet kültürüne neler getirdiği ortada.

Bankalarda “kuyrukmatik” adı takılan numara alma başladı başlayalı bir şeyler oldu, fark ettik mi?  Her yerde bir numara alma ve ekranda akan numaraları izleme adeti yer bulmaya başladı. İşini takip edecek olanlar, ite kaka araya dalmak yerine, önce numara verilen bankoyu arar oldu. Çağrı merkezi “Bekleyenler içinde otuzdördüncü sıradasınız” dediğinde kızgınlıkla duvara fırlatamayacağınz kadar –maalesef- pahalı bulduğunuz telefonunuz elinizde, çaresiz beklemek gerektiğini de kabul eder olduk.

Sigara yakma keyfinin aldığı yara ve sırasını bekleme sabrı zihniyetin küçük lekelenmeleri size önemsiz mi göründü? Unutmayalım ki, her uzun yolculuk ilk ve belki biraz da çekingen adımlarla başlar.

Bu yüzden bazenı dost söyleşilerine, “O dile getirecekleri zihniyet  var ya, işte onu yavaş yavaş yerinden etmenin çaresi ne olabilir?” düşünerek giderim.  Aklıma ilk “Neden ki?” diye sorgulamak gelir. Çünkü her zihniyetin gerisinde kendi hikayeleri var. Ama uzun, ama eski mi eski, ama çok karışık hatta kuşkulu olurlar. Yine de o hikayeler bir zihniyeti sapasağlam ayakta tutar.

Eleştirel akılla o hikayeler tanınabilir, anlaşılabilir, hatta kıyaslanıp zayıflatılması için sınanabilir. Buna girişmenin yaygınlaşması için, sıkça kapıldığımız “Eğitim şart” zihniyetini yetersiz buluyorum.  Eleştirel akılı yalnız okullarda, kişisel gelişim kurslarında öğrenmeye bırakmasak ne iyi ederiz. Zihniyetin gerisinde yatanı, onun da nedenini, hangi doğru sanılanları gördüğümüzü biraz konu etsek. “Nerede buna ayıracak zaman?” değil mi? Sakın bu da…


3 Kasım 2023 Cuma

Çok ses, çok başlılık mı?

 6 Ekim 2023 Cuma günü başlayıp Gazze’de İsrail’in muazzam silahlı gücüyle tırmandırılan, binlerce masum cana mal olan  çatışmalar, aklı başında herkesi  barışı düşünmeye zorladı. “Barış için çok sayıda akıllı insan gerekir, ancak savaş için tek bir aptal yeterlidir.” derler.  Çok akıl gerek, yani çok aklı dinlenmezsek  barış ümidi yoktur diyebiliriz.  Öte yandan tek başına kalmış aptal akıl kolayca savaşa yol açabilir.  Elbette her tek akıl, her durumda aptallık yapacak değil. Fakat bir aklın aptallığı, çok aklın aynı yanlışa düşmesine göre çok daha olası. Çok akıl, farklı sesler çıkarır, her ses kendi dayanaklarını, koşullarını açıklar ve birbirini özgürce sorgular, bir iradeyle toparlanmayı arzu ederlerse  tabii.  Bir toplumda aklın çokluğu böyle kullanılırsa neler yapılmaz. Bakmayın siz o toplumun şu kadarını aptal bulmalara. İşlemeyen demir elbette parlamaz. Çok akla başvurulmadıkça, akılların söz etmesinin yolları aydınlatılmadıysa, kısacası yüzyıllardır akıllar köreltildiyse, işlenmeyen demirdeki  gibi elbette çoğunda minik pırıltı bile görülmez.

İrade ve toparlanmak... İşte orada “baş olmak”ı buluruz. Yönetmek, önder olmak, sözünü geçirmek  anlamında sık kullandığımız bir deyim.  “Bu işin başı kim?”, “Bir baş ol da, istersen soğan başı”, “Ayaklar baş olmuş” deriz de, hiç dikkat ettiniz mi, hepsinde baş tekildir.  Baş bir tane olur.  Ortak kabulümüz budur.  Niye?  Ya o baş çokluk ise? Her bir başın (yani o baştaki aklın)  başka bir yana çektiği, dağınık, bölünmüş, sonuç alamayacak bir debelenme çıkacaktır. Bir bataklıkta tutunacak o tek dalı bulamadan çırpınmak. Bakınız ama, o bir tane dal, ancak tutunanı kurtaracak sağlamlıkta ise işe yarar.

Bir çıkmaza düşmemek için yüzü tek bir yöne dönmek, bütün gücü belirlenmiş  o bir yana yöneltmek isteriz.  Bu,  o tek başın yol göstericiliğinde, adeta onun tarif ettiği izi takip ederek sağlanabilir.  Yani başın bir hüneri olacaktır.  Önce yolu bulmasında sonra o yolu anlatabilmesinde. Tarih insanlığa bunu öğretmiş.  “Her kafadan bir ses çıkması”ndan işte bu yüzden kuvvetle kaçınılır. Çünkü ağzı olan konuşacak, sözler ortaya dökülmekle kalacak, her kafanın sesi yalnız sıradan bir atışma düzeyini  geçemeyecek olursa, yol ve yön duygusu kaybolur, gücün odaklanması  büyük zora  sokulur.

Çok seslilik bu değildir.  Neden mi? Çünkü benim anlattığım çok sesli ortam hiç de gürültü çıkarmaz. Asıl amaç bir yanda, kendi işine öyle geldi diye söylenen sözlerle çok seslilik yaşatılamaz. Öte yandan tek bir kalıba dökülerek de çok sesli olunamaz.  Kalabalık senfoni  orkestralarının, tüm düzeni önceden kurulmuş, temalı “ses ve sus” dizilerini, sehpalardaki  notaların ve şefin çubuğunun verdiği işaretlerle disiplin içinde güzel biçimde ortaya dökmesi gibi de olmaz o. Biz enstrümanların çoğulluğunu değil, şarkıların, melodilerin, biçimlerin çoğulluğunu düşünelim derim.  Farkı anlayabiliriz.

Çok seslilik, değişik düşünen, değişik yerlere de varabilecek  akılların izini sürmekten doğar.   Ortak bir zeminde görüşünü  özgürce sergilerken, farkları ve gerekçelerini  sunmayı gerektirir.  Kendinden farklı olanları değerlendirişini  ve kendi önerilerini  açıkça ortaya dökmeyi  de. Rengarenk çiçekler arasında yol almak gibidir çok seslilik.

Yukarıda baş olmak  beceri  işidir dedik.  Farklılıkları anlamak, tercihleri bunlar ışığında yapmak ve yönlenme  nereye dönük, alınacak yolda nasıl ilerlenecek konularında  çok sesi dikkate aldığını her akla açıkça gösterebilmek.  Eskiler ne güzel demiş: “açık fikirli olmak”! Çok sesliliğe baş olacaksan eğer, sana gereken bu beceriye sahip olmandır.  Bir bakıma özel bir zeka.  Bakınız  Francis Scott Fitzgerald  “Birinci sınıf bir zekanın testi, iki zıt fikri akılda aynı anda tutabilme ve hala işlevini sürdürebilme yeteneğidir.” demiş.  Uyuşmaz görünen fikirlerden yarar çıkaracaksın.  Ama, önce bu birinci sınıf zeka, zıt görünenler gerçekten düşünülebilecek, akıl işi, gerçekten olabilir fikirler mi, onu tartacak. Belki birinin eksiğini diğerinden derlediğinle azaltacak.  Baştan akıl edemediği, sesin birinden öğrendiği sakıncayı halletmesi gerekecek.  Başka türlüsü de var:  “Ya bu değilse, ya öbürü doğru çıkarsa” diyecek, baştan alacağın uygun önlemlerle yola çıkacaksın.  Hani “A tamam, bir de B planın olsa” derler ya, öyle. 

Çok seslilik, emin olunuz, yanlıştan erken dönmenin güvenilir yoludur. Çünkü her ses diğerinden farklı bir odaklanma, başka açıdan bakan gözün gördüğüdür. İnsanlı uzay uçuşlarını ve yer istasyonlarındaki ekipler nasıl oluşur, çalışır bir anımsayalım hele. Uzay kapsülüne “Yap!” komutu, aynı misyonun farklı ama bağlantılı alan sorumlularının her birinin ayrı ayrı “Tamam” demesinden sonra verilebilir. Ya hepsi “Tamam” değilse? Hızla başka seçenekler düşünülür. Yanlışın olasılığı azalır. Seslere kulak tıkayıp tek bir irade olsun diye mutlak olana bağlandıkça, bu olasılık artarak var olacaktır.

Çok sese kulak vermek bir yarar daha sağlar: yaratıcılık. Metrobüs (otobüs özel yolu) fikri buna güzel örnek. Ulaşımın bazı yerlerde  büyük altyapı yatırımından kaçınıp hızla hizmete girmesi gerektiği sesi, bir; toplu taşımacılığın ulaşımı yavaşlatıp zaman kaybı  getirmemesi  arzusunun sesi, iki; kentiçi taşımada küçük ama hızlı araçlarla yolcu kapasitesinden fedakarlık yapılamayacağı sesi, üç. Bunlar bir arada düşünülmüştür. Makul süreli bir yatırm, olağan trafikle karışmayacak ayrılmış bir yol ile kazanılan hız ve büyük gövdeli güçlü araçlar.

Çok sesliliği bazılarının dediği gibi “ara yol”culuk, renksizlik ya da teslimiyetçilik diye görmeyelim. Suya da sabuna da dokunmasını bilerek çok sesliliği yaşatmak olanaklı.  Çünkü elini kirletmeden esenlikli hayat sürdürülemez. Sınamaya, denemeye şans vereceksin. Her sese hakkını tanımakla, ne dediğini yansıtmak, olacaksa da olmayacaksa da nedenini açıklamakla olacak bu. Kendi rengini belli ederken diğer renkleri soldurmamak ve seslere, düşüncelere ciddiyetle kulak verecek, ses çıkanların keyfi tutumlarından bağımsızlığını korumaya özen göstereceksin.

Bazıları ise çok sesliliği işleri bölüştürmek (işbölümü değil) ile karıştırır. Hani avucun içinden başlayıp bir elin parmakları tek tek gösterilerek anlatılan o oyun vardır ya: “Buraya bir kuş konmuş. Bu yakalamış. Bu yolmuş. Bu pişirmiş. Bu yemiş. Bu da ‘hani bana hani bana!’ demiş” deki gibi.  Hiçbirinin yaptığının ötekileri kapsadığı yoktur. Aslında herkes bağımsızca görevini görür “şimdi top sende” diye sorumluluğu ötekine savurur. Bir bakıma üstlendiği sesi verir ve kurtulmuş olur. Çok seslilik böyle olmaz. Çünkü varlıklarını alınacak ortak sonuca bağlamış seslere belki farklı ağırlıklarla, farklı odaklanmalarla, zamanlamalarla ama bir arada yer verilmemiştir. Her ses sonuç alınıncaya dek diğerlerini tam ve açıkça duyacak; işin bir yerinde, ola ki buna göre kendini gözden geçirecek, kendi tonunu değiştirecektir. Bir korodur, evet. Lakin besteyi ve düzenlemeyi, durumuna göre orada, canlı ve ortaklaşa yapmaktır.

Doğrudur, çok sesliliğin o eşsiz ve güzel sonuçları için ödenecek bir bedeli var. Yolu bulmada kolaylaştırıcı bir baş. Onun yanında her biri akıl işi, incelenmeye açık, birbirine değgin lafı olan çok sesi  bir arada ve aktif tutacağız. Gerisi o bir başın niyetine ve hünerine kalmış.  Çok başlılığa varmadan çok sesi gerçekten işe yaratacaksak, lafını bir yana koyalım.  Yaşamın her yerinde yapılacaklar var ve çok seslilik doğru uygulanmayı beklemekte bana kalırsa.







6 Eylül 2023 Çarşamba

Hayallerim, Aşkım ve ...

Son okuduğum romanda yıllar evvel İzmir’de iki esnaf, biri Müslüman diğeri Musevi,  insan çalıştırmanın incelikleri üzerine konuşur.  Musevi olanı zaman zaman sabahın erken saatlerinde çalıştıracak kimseyi bulamadığından, işçilerin işleriyle ilgili sabit fikirleri olduğundan, hiç esneklik göremediğinden yakınır.  Müslüman olanı ise arkadaşına yanıtında, iş sahibi olanların birer de hayali olduğunu, bu hayalin ikide bir değiştirilmesinin  hoş karşılanmayacağından söz eder.  “Sen bilmezsin bizi. Mayamız hayalle yoğrulmuştur. Hayal uçunca akıl kalır mı?” diye ekler.

Doğrudur. Hayal  uçarsa akıllı olmayı beklememek gerek. Aklı özgür kılan, olmayacak gibi görünen şeylerin birden bire beliren ince ayrıntılarına hayaller sayesinde odaklanırız. Bayıldığım bir hikaye var benim: Yıllardır bir otomobil alma hayali kuran kendi halinde bir aile. Adam, şöyle adamakıllı bir aile otomobilleri olsa hayalini eşi ve çocuğuna uzun uzun anlatmaktadır. İşte şuralara gidilecektir, ev ziyaretlerinde geç saatlere dek rahat rahat oturulabilecektir. Uzun yola mı çıktılar, su ısıtıcısı ve mini buzdolabından kesintisiz içecek servisi olacak, koltuklar yatırılıp deniz manzaralı tenha bir yamaçtaki dev ağacın gölgesinde ailecek püfür püfür öğle uykusu bile çekilecektir. Üçü birden o erişilmez hayalle kendinden geçmişken ufaklık fırlar ortaya “ Tabii ya baba, önde oturup yol boyunca istediğim albümü taktığım gibi ne dinleriz o gümbür gümbür sistemden  ha!”. Anne birden hiddetlenir “Aç o kapıyı ve derhal in bakiim sen önden, babanın yanı her zaman benim yerim.” Hayale kapılmak akıl yürütmenin olmayacak derinliklerinde böyle gezinmektir işte.

Ünlü fizikçi Albert Einstein boşuna dememiş: “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi sınırlıyken, hayal gücü tüm dünyayı kapsar.“ Bilgi elbette önemsiz değildir. Bunu asla söyleyemem.

Ama bilgiyi yararlı kılan hayal gücüdür.  Bilgiyi iş yapar kılan odur.

Bakın bir büyük eğitimcimizin(*)  izlediği anlayış neymiş: “Bilmek yapabilmektir.”  Yapamadığım bilmeyi ne edeyim, değil mi? İyi de, tarihi, dünya ülkelerinin siyasi yönetim biçimlerini, kır çiçeklerinin, otlarının adlarını, şiirlerin, şarkıların, yazarlarını bestecilerini bilmekle ne yapabilir ki insan? Bunlar sayesinde farklı olanları birbirinden ayırmayı, çeşitliliğin gerisinde yatanı, zihnimizde benzerlikler üretmeyi, aklımızdan geçeni  başkasına anlatabilmeyi, örnekleri çoğaltmayı, çağrışımlarla yenilikler düşlemeyi yapabiliriz. Ama hepsinde çerçeveyi ve bağlayıcı dolgu malzememizi sunan güç, hayal kurabilmemizdir. Hayal etme gücü.dür Einstein'ın vurguladığı bu olsa gerek.

Hayal gücünün büyük gizi birleştiriciliği, kurmacacı oluşunda yatar. Bağ kuramazsak, sınırlar tarif edip sınırların içini birbiriyle bağlı şeylerle doldurmayı, sonra sınırları yeni baştan ve daha da ötede çizmeyi beceremezsek, bu gizemli gerçek pek işimize yaramaz. Kısacası yapabilmeyi olanaklı kılan hayalciliğimizdir. 

Yaratmak var ya, hayalsiz olmaz. İnsanların tüm yarattıklarını düşünün. Hepsini salt hayallere bağlayanlar var. Biri de çok satan Sapiens kitabıyla tanınan Noah Harari. Bakın  o kitabında ne der: “Birileri milyonlarca insanı tanrılara, milletlere veya sınırlı sorumlu şirketlere inanmaya nasıl ikna eder?..  Kendi aramızda sadece fiziksel olarak var olan şeylerden, örneğin nehirlerden, ağaçlardan ve aslanlardan bahsedebilseydik eğer, devletlerin, kiliselerin ve hukuk sistemlerinin kurulmasının ne kadar zor  olacağını bir düşünün.” Hayal kurmasak, hayallerden konuşmasak, hayalleri dönüştürmesek şimdi kolay görünen uzak yolculuklarımız, inanılmaz özellikler gösterebilen malzemeler, yetenekli gençlerimizin ortaya çıkışı, tükenmez lezzet kaynağı yemeklerimiz, türlü çeşitli kutlama, anma törenlerimizin yerinde yeller esecekti.

Hayaller elbette düşünüldükçe soluk alıp yaşar gelişir. Düşünebildiğimiz için hayallerimiz var. Her hayal bir düşünce ürünüdür, ama her düşünce bir hayal değildir. Çünkü düşünce, hayalin yazı tahtasıdır. O tahtaya başka neler neler yazılır. Ay sonunu nasıl getireceğimizden tutun içimizin içimize sığmadığı sevinçli bir anımızda birden karşılaştığımız çok üzgün birine ne diyeceğimize ve bize söylenen bir sözden alınmak gerekip gerekmediğine kadar çok farklı şeylerin oraya yazıldığı doğru değil midir?

Düşünce özgürlüğünü istememizin gerisindeki asıl neden,  bana kalırsa, hayallerde özgür kalınmasını arzulamaktan ibarettir. Özgür hayallerle ileri atılır, ancak özgür hayallerine itibar edersek insanları iyiliğe ikna edebiliriz.

Bir hayal etmek var, bir de hayal kurmak. İlki de gerekli. Biçimlendirilmiş, tanımlanarak sunulmuş ama şimdilik uzakta duran bir öngörüyü benimsemek, akılda onun peşine takılmak ne güzel şeydir. Şöyle her sokağında günün her saatinde  enfes çiçek kokuların eşliğinde, açık pencerelerinden müziğin, kahkahaların yükseldiği, geçim derdinden azade  güvenlik içinde gezilen, her köşebaşında ağaç altında dinlenilirken bas-iç  çeşmelerinden doyasıya tertemiz Elmadağ suyu  içilebilen, her yaşa seslenen sade, şirin toplanma, öğrenme ve eğlenme olanakları,  güleç servisiyle gün boyu geç saatlere kadar açık ve seçenekli olanaklarıyla bir mahalleyi hayal etmek, güzel olmaz olur mu?..  Yine de hayal kurmanın yeri apayrı. Kurulan hayalin müellifi siz olursunuz, her yanıyla size özgüdür. Hayal kurmak bir yandan aşk gibi tutkuyla, adeta esrik bir havaya kapılmaktır. Özeldir o. Hayaller, aşk gibi ayakları yerden kesebilir dostlar.  

Hayallerim, Aşkım ve Sen(**) adında bol ödüllü bir film var. Filmde hayal edilen bir "Sen" vardır. Lakin bana soracak olursanız  hayaller de aşk da önce kendini yaratmaktır. Bir “ben” olmanın yolu ancak hayallerle açılır. Her türlü gizlerimizi içeren, her şeyini başkalarının bilemeyeceği, bilse belki kolay kolay  kabul bile edemeyeceği birer “ben” yaratmamız ancak hayallerimizle olası.  O yüzden  bu üçlemenin yanına bir de  “Hayallerim, Aşkım ve Ben” eklense var ya, benim için tam yeridir.

(*) Köy Enstitüler denilince ilk akla gelenlerden eğitim uygulamacısı  İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960)

(**) Hayallerim, Aşkım ve Sen başrolünde Türkan Şoray’ın oynadığı 1987 yapımı Atıf Yılmaz  filmidir.


6 Ağustos 2023 Pazar

ÖrgütleŞme deyip geçme bak!

 

Adına kuruluş, kurum, organizasyon veya teşkilat denilen belirli bir otorite ilişkisini içeren  insan gruplarını her yerde görebiliriz.  Örgütler, ortak bir amaç çerçevesinde kurulmuş, ortak bir çalışma düzenine sahip, kendi verimini yönetebilen toplumsal düzenlerdir (*). Bu planlı ve eş güdümlü işbirliği grup bileşenlerinin işine gelir:  örgüt, organizasyonu oluşturan herhangi bir öğenin tek başına, kendi yetenek ve kapasitesiyle yerine getiremeyeceği işlerin yapılabilmesini sağlar. Bunun karşılığında bileşenlerin ödediği bedel,  özgürlüklerin kurallara bağlanarak belli durumlarda sınırlanmasıdır.

Örgütleşme, örgüte dönüşme, özünde örgüt tanımına uymayı ve örgüt biçimini almak demek. Bu bakımdan her toplanmanın örgütleşme olamayacağını anlamalıyız. “Haydi örgütlenelim” denildi diye her  topluluk bir örgüte dönüşmez. Çünkü örgütleşmeyi ayırt eden  toplumsallığı ve sürdürülebilir olmasıdır. 

Toplumsal olmakla, bireylerin akıl yürütmede, anlam çıkarmada kendileri dışında bir zihniyeti, istenci (iradeyi) de dikkate almak durumunda olmalarını anlarım. Aklımızın bir köşesinde toplumsal olanın az ya da çok izi yer alır. Uzun süre toplumun içinde olmayın, yalnız başına iken bile o iz sizi etkiler. Hani aklınıza defalarca duyduğunuz bir Karadeniz fıkrası geliverir ve yine de gülümsetir. Çünkü Karadenizlinin zeka kıvraklığı toplumsalda işlenmiş, türlü biçimlerde toplumsal olana sunulmuş, kabul görmüştür. İşte örgütleşme de böylesine toplumsal özelliklidir: işlenmiş bir yapı kurulmuş,  ortaklık (ama herkese açık, ama seçkinci) için sunulmaktadır. Bu “işlenmişlik” insan-insan ve insan-topluluk ilişkilerinin doğurduğu  bir  iklim yaratır;  ilişkiler o özel ortamda var olur, canlı kalır.

Öte yandan örgütleşen bir toplanma kendini yeniden üretir, farklı koşullara yanıt vererek uyum sağlar ve çalışma düzenini güncelleyebilir.  Böylece verimini korur, yoluna devam eder.

Futbol oyunu için mahallede her bir araya gelme örgütleşme değildir. Ortak amaç takımca kazanmaktır, bir düzen içinde  oynanır. Bunlardan başka kabul edilmiş kurallar, paylaşılan görevler  olsa  dahi bu kümelenme örgütleşme değildir. Toplumsal bir düzeni içermek zorunda değildir, takımlardan biri eksik kaldıysa, herkesin  tanımadığı yoldan geçen uygun görünüşlü birine bile seslenilir. Öte yandan aynı sokakta komşuluk ilişkileri içinde yaşarken, her fırsatta bir araya gelme planları yapıp günlerini çoğunlukla birlikte yaşayan, belirlenmiş yerlerde, her seferinde belli biçimde “adam alışıp” alışıldık düzenlemelerle (top, kale, kural, oyun içi seslenmeler, kararlar  gibi) futbol oynamak örgütleşmenin sonucudur. Grup sürdürülür, grup uygun gördükçe yeni katılanlara açıktır, toplumsal özellikler taşır. Belirli ve sürekli  özverilerle  ayakta kalır. Toplumsal olmanın bedeli ödenir, bazı özgürlüklerden gönüllü vazgeçilir  ve “biz” olmanın tadına varılır. O yüzden yıllar geçse de mahalle arkadaşlıkları, o karşılıklı tat alınan birlik, kabul edilmiş roller sürekli oynandığı, lakaplar yerleştiği  ve kesintisiz ilişkiler yaşandığından unutulmazdır. Buna karşılık takım oyunu arkadaşlıkları ve rakipler ancak tipik olaylarla, sevinç ve üzüntülerle anılır.

Örgütleşmede anahtar ortaklıktır.  Her şeyden önce ortaklık gelir. Örgütleşmenin  sürdürülebilir olması için mutlaka ortaklıklar, müşterekler bulunmak zorundadır.  Ortaklıklar, kurulacak olan birlikteliğin can bulduğu her alanda ya aranıp keşfedilecek, ya da  inşa edilecektir. Ortaklıklar zor durumlarda bile sürdürülmek ister ki örgütleşme sağlıklı olabilsin. Ortaklık her örgütleşmede farklı alanlarda olabilir. Çevre dostluğu derneği örgütleşmesi  için ekonomik çıkar ortaklığı gerekmeyebilir, ama siyasal bir örgütleşme ekonomik ve toplumsal çıkarlar ortaklaştıkça güçlüdür. 

Ortaklık tamam da, nelerde ortaklık? Amaçlardan gayri, değerlerde, kabullerde, kurallarda,  görevler ve  rollerde. Biri aksadı diyelim, örgütleşme toptan suya düşmese de sarsılır. Düşünün, aynı barınma gereksinimini giderme amacıyla bir konut kooperatifi  birlikteliğine  kalkıştınız, ama değerleriniz ortak değil. Örtük bir dille “bahçesinde şöyle rahatça yayılabileceğim kadar alan” diyenlerle, “arsasına toplam bedelin yüzde onundan bir kuruş fazla vermemek” diyenler;  ya da “kaba inşaatı ortak, ince işi herkesin kendi” kabulüyle başlamak isteyenlerle, “toptan yapılsın ekonomik olur” kabulünü savunanlar.. Toplantılarla örgütlenseler de, noterde kuruluş senedine imzalarını atsalar da örgütleşebilirler mi?

İletişim örgütleşmeye can veren  etkinliktir. İlişkileri, yerleşik yapılanmış bağları bulunmayan, kendi görüşme tarzları hatta kodları yerleştirilmemiş  buluşmalar örgütleşmeye  gidemez. Bilmem anımsar mısınız, Gezi Hareketi sonrası mahallelerde toplanan forumlar vardı,. Komşular bir araya gelir bir kolaylaştırıcı önderliğinde  sırayla söz alarak konuşurlardı. Konuşma sırasında dinleyiciler arasından iki kolu dirseklerden kılarak ellerini birbirinin içinden geçecek biçimde hızla daireler çizilmesi “Artık konuşmayı hızlandırıp daha kısa tutabilir miyiz?” anlamına gelirdi. Başka işaretleşmeler  de tanımlanmıştı. Geziden sonraki dönemde bir türlü genel ölçekli bir örgütleşme olamadı. Fakat iletişim yönteminde buna doğru bir adım olsun atılmıştı diyebilirim. 

Örgütleşmeyi ayakta tutan sütunlardan biri  de dayanışmadır. Yardımlaşmadan kökten farklı bir  esastır dayanışma. Askerlik yaparken dinlenme anlarında silahlarımızı üçerli  gruplarla birbirine çatar, tüm tüfeklerin kabzaları yerde, namluları yukarı dönük her an ele alınmaya hazır dik durmasını temin ederdik. Ben buna hep ‘tüfek dayanışması’ derdim. Her bir tüfek diğerlerinin  emre amade olmasını, çamurun içine düşüp kirlenmemesine, kara gömülüp  ıslanmamasına  yarardı. Açık alanda ayakta durması için her tüfek eşit koşullarda diğerlerine muhtaçtı. Düzen içinde  öteki ikisine dayanarak işlevsel bir öbek oluşurdu.

Eduardo Galeano “Yardımlaşmaya değil dayanışmaya inanıyorum. Hayırseverlik, yardım etmek yukarıdan aşağıyadır. Birine tepeden bakmaktır. Dayanışma ise yataydır. Ötekine saygı duyar.” diyerek ne güzel anlatmış. Yardımlaşma eksiklerin karşılıklı ilişkilerle giderilmesidir, yardımı alan yardımı eden ilişkisi kurulur, özünde  birebirdir.  Dayanışma ise bir araya gelerek her bileşenine, her katkı verene yarayan ortak sonuca erişmektir. Örgütleşeceksek dayanışmayı da yaşatmamız gerekir.

Bir araya gelip planla, kurallarla hatta bir önderlik altında hareket eden her topluluğa örgütleşti denemez.  Bir defa toplumsallık ister örgütleşme. Aidiyet  bağı ile bireylerde etki yaratır.  Sonra en azından üç bacaklı bir sacayağını oluşturmaktır. Bacaklarının birinde çok yönlü ortaklaşma, diğerinde özgün yollarla sürdürülen iletişim, üçüncüsünde dayanışma yer alan o sacayağını canlı tutmak. İşte bunlar  örgütleşmenin asgari gerekleridir . Öyle “örgütlenelim” deyip geçivermek  olur mu hiç?

__________________________________________________________________
(*) Topaloğlu, M. ve Koç, H., Yönetim ve Organizasyon Ders Notları, Bölüm 1:Temel Kavramlar, Ankara Üniversitesi


5 Haziran 2022 Pazar

EMANETİN DEĞERİ

 Emanete iyi bakmak için Yasemin...


İki yaşında ayrılıp otuz iki yıl hiç dönülmeyen bir memlekete şöyle bir uğramak zorunda kalmış bir kadın. Yurtdışının iyi okullarında alınmış eğitimi, Batının en büyük metropollerinden birinde başarılı kariyer yolu, hayallerin biçimlediği hırsları ve yükselmekten başka dünyalara körleşmiş gözü ile yaşadığı onca yıl boyunca geride bıraktığı ülkesi ve yanındaki annesi dışında ailesiyle hiç ilişkiye girmemiştir Yasemin. Büyük serüveni Yasemin’i işte böyle bir noktada yakalamıştır.

Miras işlerini çözmek amacıyla Türkiye’ye anlaşılan Edremit körfezinin enfes bir köşesindeki dede evine bir iki haftalığına uğradığında geçmişin bütün sırlarıyla bir emanetin onu beklediğini bilmemektedir tabii. O emanette otuz iki yıldır hiç temas etmediği dedesi ve babaannesinin 60-70 yıl önce Hasanoğlan Köy Enstitüsünde başlayan inanı
lmaz öyküsü ve uzaklarda kendisine sorup durduklarının yanıtları ağır ağır belirmeye başlar

Bige Güven Kızılay geçmiş olayların ilginç örgüsüyle Yasemin’in dönüşümünün yol taşlarını döşüyor Emanet romanında. Köy Enstitülerinin yarattığı o dev aydınlanma hareketiyle yaşadıkları yere ve kendilerine bambaşka gözlerle bakmaya başlayan köy çocuklarının olgunluk çağlarında edindikleri ahlak ile Yasemin’in onbinlerce kilometre ve onyıllar ötesinden getirdikleri çatışır. 

O, yaşama sıcak bakmanın sevinciyle geçmişine hayıflanmalar arasında gidip gidip gelir.  Ama yazarımız iyiliğin içimizde bir yerlerde gömülü olduğunu öylesine benimsemiştir ki, Yasemin o iç dünyasını yaratanın zaten bu topraklar olduğunu ve  bunu yeni anladığına şaşıp kalır. “Arkamda bu denli iyilik bıraktığıma, bunlardan bu denli habersiz olduğuma inanamıyorum.” onun Emanet romanı boyunca yaptığı naif itiraflarından biridir.





Emanet romanının bir özelliği de, toplamdaki her birinin payını bilemesem de, kısmen belgesel, kısmen yaşanmış gerçeklik, kısmen de kurmaca katıştırılarak ortaya çıkmış olması. Yazar sondaki teşekkür metninde değerli araştırmacı-yazar adlarıyla yararlandığı belgeleri sayıyor. Bir şey daha yapıyor. Romanda kendi gerçek adlarıyla ya da farklı adlandırmalarla geçen kahramanların bazılarının yakınlarıyla kurduğu bağlantılardan söz ediyor. Bunlar Emanet’i özgün ve değerli kılan yanı olarak not edilmeli.

Roman dar bir mekanın dünyasında düz bir zaman çizgisini takip ediyor. Arada bir geriye dönük anlatımları hep şimdiki zamanın çerçevesinin içine sıkı sıkıya sığdırılıyor. Onyıllar öncesi anlatıldıktan hemen sonra o olaylara romanın şimdisinde yapılan müdahaleler geliyor.  
Tüm müdahaleler de anında geçerli oluveriyor. Bu, ister istemez olay zincirlerini tekdüze bir mekanikliğe indiriyor doğrusu.


 Romanın sizi alıp götürdüğü yerler az değil: sahiller, günbatımları, serin ağaç altları, düşkün semtler, sahil lokantaları, İstanbul Boğazı, okyanus ötesi metropolün gökdelenli işlek caddeleri, muazzam iş merkezleri. Ama buralar daha ziyade işlevsel. Öyküde bir gelişmeye ait özgün yerleri var ve o şemadaki görevi yerine getirip sahneden derhal ayrılıyorlar. Yalın anlatım, romanın idealize edilmiş (yani iyiler birer melek, kötüler birer ….) tiplemeleri ile de uyum içinde rahat bir okunurluk sağlıyor gerçekten. Yormuyor, merakla sarmalıyor. Beklenen sona doğru bir akışı ortalarından itibaren seziyorsunuz. Bütün iş, o akışın nerelerde kıvrımlar yapacağı, nerelerde dar dehlizlerde hızlanacağını bilmemek oluyor.


Emanet’te, bu memleketi kusurlarına rağmen, kötü insanlarına rağmen sevmek, güzel komşuluk, anılara, alışıldık tatlara yüzde yüz bağlılık gibi bugün ben gibilerin özlemle andığı içtenlik pınarlarından kana kana içmek var.  Doyuruyor mu? Hem de nasıl. “İmkansız sadece senin rızandır” özdeyişi ile “Kimse bakmazken sen kimsin?” sorusunun asıl ahlaki test olduğunu anımsatan net, adeta “kemiksiz” örnekler de çok hoşa gidiyor.

Bütün bu yaşandığı anlaşılan acılar, çekilen çileler için, “Nesi eksik ki bu mükemmelliğin?” sorusu ister istemez akla gelebilir. Öyle ya, madem kötüleri kendi haline bırakacağız ve kahrolasıcılar kendi çamurlarında boğulacaklar, iyiler de kazanacaktır; nedendir halâ iyinin egemen olamayışı? Sonlarda Yasemin’in yargısı, buna Bige Güven Kızılay’ında yanıtı olsa gerek. “Buradaki sorun, toplumun kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanları yaratması. Baştan buna engel olmak lazım.” 

Nasıl olacak bu Yasemin? Senin gibi, Bora gibi yiğit insanları bulup çıkarmakla mı? Yetmiyor ki. Engel olacak insanlara tek tek odaklanmaktan öte, engel olacak sağlam yollar, şaşmaz işlerlikte düzeni bulmak lazım. Bulmak da yetmiyor. Yerleştirmek, benimsetmek. Çünkü engel olmak için yola çıkacak yiğitler de sonuçta kendileri toplumun ürünleri ve diğer toplum ürünleriyle iş yapacak.








2 Şubat 2022 Çarşamba

Bir başlasın da...

 

Başlanıp bitirilmeyen ne çok şey var etrafımızda. Heyecanla başlamış ama yarım bile değil biraz yapılıp bırakılmış onca girişimi, işyerini, projeyi, ilişkiyi, oluşumu, grubu görüp de üzülmemek elde midir? Üzüntü iki nedenledir: başlamak için gereken emek ve özveri az değildir bir defa. Yazık! Yarım bırakılınca bir sürü şeye yazık olur, çünkü boşa gitmişlerdir. İkincisi, ileri atılım yapılacaksa çekirdeğinde bireysel öncüler, kafa yoran, gönül veren vardır. Günlük yaşayışlarının dışına taşan, fazladan uğraş veren, araştıran insanlardır bunlar. Bu az sayıdaki insanın başladıkları, erken çağında çürüyüp terk edilirse, başka alanlarda yeniye girişmek isteyenlerin cesareti gitgide daha derin kırıklarla ölür. İnsan ve toplum sorunlarını çözmek, arzuların daha çok yerine getirilmesi demek olan ilerleme tökezler; kimse zaman içinde rahat edilebileceğine inanmaz olur.

“Başlamak bitirmenin yarısıdır” denir. Doğru da, o, çekilecek zorluğun çoğunun başlangıçta olduğu anlamına gelmez.  Benim yorumum şudur: bitime varılabildiğinde başlanan niyetin ancak yarısının ele geçebilir. O da nasıl? Bitime erişebilinirse. Her işin asıl zorluğu başlandığı andaki beklentilerle sürdürülmesidir. Bitime doğru yol alınırken çoğu durumda başlanan niyetten gitgide hayal edilenden uzağa düşülür. Çünkü yürünen yolda akla gelmedik engeller vardır. Her engel, en baştaki umudu biraz daha kırpar, başlarken ne kadar özgün düşünürsek düşünelim her  adım bizi biraz daha olağan olana, herkesin yapmakta olduğuna, standarta yanaştırır; yenilik can çekişir, ağır ağır yok oluşa gider.  YA arzumuz? Çözüm? Başka bahara kalır. Tüketiciye sunmayı niyet ettiğiniz Hamsiköy sütlacı her yerdeki gibi daha çok nişasta kokmaya ve pelte kıvamında (ninem “titrek” derdi böyle sütlaca) olmaya,  yepyeni anlayışla yürüyecek emlakçiliğimiz gitgide komisyon pazarlıkçılığına dönüşmeye başlar. Oysa girişirken hiç de öyle olsun istenmemiştir.

Ya devamı getirme becerisine güvenimiz? İşte orası kuşkuludur.  “.. ama gözü yemiyor.” deriz. Göz organımız ile yemek eylemi.. Nedir bunun asıl anlamı? Arkasını göremediğimizi anlatmak isteriz, önümüzde dikilen koca bir sorun yığınının aşıp ardındakine gözle dahi erişemediğimizi vurgularız. Devamını getiremeyecetir. Her heves dolu başlangıç yapanın başına dağ gibi dertler gelir diye endişeleniriz.

“Hele bir başla sen.”. “Ah biri şuna başlayacak ki.”. Bir başkası başlasın da, sonrası nasıl olsa bizim değil, onun derdi olacaktır. Birilerinin başlamasına bunca düşkünlüğümüze karşın devamlılığa, sürdürülebilirliğe pek yüz vermeyişimiz nedendir? Bana kalırsa, yaşamın çetrefil ortamıyla başetmede yetersiz oluşumuz. Başlarken farklı, iş yürüdükçe bambaşka bir ortamda olunacaktır. İşin sırrı şuradadır: Öngörememek, hazırlıksızlık.. Başlanacak yerin bir “yerel iklimi” olduğunu anlamadan, dünyayı yalnız kendi hikayelerimiz ve düşlerimizden ibaret sanmamız.. Düşlere bir de planlama eşlik etse, ne iyi ederiz.

Ama gerçek anlamında plan. O planı yapamamanın gerisinde belirsizlik duygusu, örgütlenmesizlik ve eşitsiz söz hakkı, yani gerçek manada adil olmaktan kaçınma vardır. “Hele bir yola çıkalım. Kervan yolda düzülür”. Belirsizlik için çaremiz “Allah kerim!” dir. Oysa belirsizlik işbirliğiyle ve seçenekleri tek tek bulup çıkarmakla azaltılır. İşbirliği ve seçenekler yaratmak ise örgütlenmenin görev bölüşümü, farklı bakışları ciddiye almakla olasıdır.  Görev bölüşümü ve farklı bakışlara önem vermenin altında ne yatar? Eşitler arasında sözün ve karar almanın hakça dağılımı.

Başlamayı bekler olmak hep kurtarıcı arar yapıyor bizi.  Bir kurtarıcımız olsa ve nereden başlayacağımızı bir gösterse, gerisi gelir, evvelallah biz getiririz. Ama kurtarıcıyı beklemekle kalırız.  Kurtarıcıyı oluşturmak, planlamasında kurtarıcının işini kolaylaştırmak, başlangıcı bizzat ve elele yaratmak akla gelmez. 


Sakın burada anlattıklarım asla başlangıç yapmayalım  diye anlaşılmasın.

Diyeceğim şu: “Bir başlasın da” ile “Başlayayım bakalım” demek arasında dünya kadar fark var.
“Başlasın”, “Başlansın” yerine,  bunların tam tersine “Olur.   Başlayalım”, “Başlaman için ne yapabiliriz?”, “Dediğine başladık diyelim, haydi gel ya sonra konusuna  bir göz atalım.” ile yaklaşalım bence, olur mu?.