2 Temmuz 2019 Salı

İKTİDARIN TADI



İktidar sözcüğü ‘kadir’den gelir. Yani ‘gücü yeten’. Tıpkı “Çölde vaha yaratmaya kadir bir toplum.” dediğimizdeki toplumun olduğu gibi. İnsanların, yoku var etmeye  gücü yeter orada.  Ama yalnızca eşya ya da doğa üzerinde değil; insanların yaşantıları, eylemleri, tercihleri üzerinde söz sahibi olanı da kadir sayarız. “Beni kandırmaya bir tek o kadirdi.”, “Adamı vezir de rezil de etmeye kadir biridir o!”.

Benim üzerinde duracağım, kapsama alanım (!) insanla insanın ilişkisindeki işte bu kudret.

Kudret dediğimizde, bir şeye yetecek  gücü anlattığımıza göre, o kuvvetin belli büyüklükte olması gerek. Yoksa gücü yeter mi? Tabii bir yandan da büyük diye, her önüne gelene güç yetirecek kadar olmayabilir kuvvet. O yüzden ‘gücü gücüne yetene’ ilkesi işlemektedir... Her güç birileri için yeterken, diğerlerine söz geçiremez. Hani öyküleri anlatılır! Kentin göbeğindeki caddede park yeri gösteren bıçkının gücü otomobildeki garip sürücüye yeter; gel gelelim yan sokakların park yerlerini bölge bölge tutmuş ‘ekip’in gücü o bıçkına, semtler üzerinde dediği dedik ‘abiler’in gücü ise bölge sokaklarının ‘ekip’lerine… Güç, abilerden ekipe, ekipten bıçkına, bıçkından sürücüye işler.

Elbette her iktidar, böyle kaba kuvvetle güç yetirenlerin işi değil. Mağara çağından bu yana kaba kuvvetle birlikte, alet yapmanın, kullanmanın, toprak ya da donanım mülkiyetinin, paranın, bilginin, ilişkilerin, örgütlü olmanın, hatta tek başına cesaretin beslediği iktidarlar olagelmiş.  Ama hepsinde ortak bir neden var:  bireysel gücümüzün her şeye, hatta bazımızda bedenimizin ufak itiş kakışlardan korumasına dahi yetmediğiini düşünmemiz. Her iktidar, gücü yetmeyenlerin, yetmeyeceğine inananların, arzuların, sorunların boylarını aştığını düşünenlerin varlığıyla yaşam bulur. Kimi der ki, Almanların o ilk savaş sonrası yaşadığı eziklik duygusu olmasa, Hitler iktidarı zor görürdü.

İktidar, kudreti elde etmekle kazanılır. İster zorla, ister gönülleri fethederek olsun, iktidara gelen bir güç elde eder. İyi, ama bu gücü her şeye yapmaya yeter mi? İşte bunu iktidara gelen tek başına belirleyemez. Çünkü iktidar iki taraf arasında kurulur. Bir tarafta iktidara talip olanlar, diğer yanda arzu ederek, benimseyerek, ya da boyun eğerek iktidara tabi olanlar. İktidarda olanın gücünün nereye kadar uzanacağı, bu iki tarafta oluşmuş  iktidar algısına bağlıdır. İktidarda olanın neye hakkı vardır? İktidarı tutan, neyi yapsa sınırı aşmış olur?

İnsanlardaki iktidar algısı belirleyicidir.  Öyle ki çarpık bir iktidar algısıyla iktidar bir varoluş sorunu biçimini bile alır.  Alın size kadın erkek ilişkisinde bir iktidar algısını: “Ya benimsin, ya toprağın!”. Üstelik öteki tarafca da kabullenilmiştir, normalleştirilir: “N’apiim? Ya onunum, ya ….” algısıyla. Bir örnek daha: 23 Nisan’da koltuğuna oturan temsili başbakana, essah başbakan ne der: “Şimdi başbakan sensin. İster asar, ister kesersin!”. O dokuz yaşındaki gencimizde, makamdan ayrılırken,  nasıl bir algı oluşmuştur ki?

İktidarın tipik bir yanı daha var: kendisine alıştırır. Tadı alındı mı, hoşa giden yanları olabilir iktidarın. Çünkü ister istemez önemli olmak, sözü dinlenmek, arzuladığı çevreyi kurmak, övülmek,  istediğinin yapıldığını görmek, eleştirilse de yanında duranların direncini izlemek veya iş yapan bir takımı yönlendirdiğini duyumsamak tat verir. Elbette her durumda böyle değildir, ama iktidar olmanın bu yönünü asla ihmal etmemeli.

Yani iktidar tutkusu yalnız kendini ya da birilerini zenginleştirmekle, çıkar sağlamakla sınırlı değildir. Hatta bazı toplantılarda, sözüm meclisten dışarı tabii, yöneticilerin “Arkadaş bizim bu işten bir zırnık çıkarımız yok. Görev bildiğimiz için buradayız. Yoksa ne gerek bunca sıkıntı çekelim? Çok isteyen varsa buyursun!” sözünü işitir, düşünmeden edemem. Yönetici olmayan, sıradan üyeye göre arzu ettikleri daha çok gerçekleşiyor mu? Kendi düşledikleri yaşam çevresi daha kolay yaratılıyor mu? Hoşlarına gitmeyenler daha hızla ortadan kaldırılıyor, ya da hiç ortaya çıkmadan dışarıda bırakılıyor mu? Eleştirenler kadar arka çıkanlar, ‘bizim takım’ olarak seslerini yükseltiyor mu? Bazılarımız için bunların değeri parayla pulla, konakla köşkle ölçülemeyecek kadar büyüktür. İktidarın tadı da buradadır.

Bu tat öyle çekici gelir ki iktidar olunur ve iktidar korunur. Öyle ki, başkasına kaptırmamak bazen iktidarın günlük işleri arasına girer. Korkarım, bazı iktidarların elde tutulması, yegane işleri durumuna gelir.

Peki,  
hiç kaba güçle, kırıp dökmeden, bu iktidarı kaptırmama  nasıl yapılır? Benim gözleyebildiğim, önce alan açmayarak (Bu terimi bana öğrettiği için  Sema Kendir  arkadaşıma teşekkür ederim). Yapılacak yeni bir iş, evvelce hiç görülmemiş bir konuda alınacak karar mı var? İktidar hemen bunun zaten kendi görevleri arasında olduğunu, devam etmekte olan işlerinin bir uzantısı olduğunu, aylardır hazırlık yapıldığını savunur. İktidara kalırsa, güneşin altında yeni bir şey yoktur ki. 

İktidar tadını korumann bildiğim ikinci yolu, dışlamak, yok saymaktır. İktidar, kendi kolunun uzanmadığı alanlara pek dikkat etmek istemez; aklından uzak tutmak ister. Uzak bir sahil köyündeki yazlık evinizde bir tadilat yaptırırken, örneğin, ustanız küçük bir iktidar sahibidir. Öyle işten anlayanı kolay kolay bulamazsınız, malzeme ‘Ha’ deyince elinizin altında değildir; başlarken yapılacak iş küçük derken, büyür de büyür;  ustanın insafına kalmışsınızdır, üstelik vaktiniz de dardır. Yani işler çok ters gitmedikçe, usta, dediğini çatır çatır dinleten, kısacası o işin iktidarıdır. İşte o kısa iktidarında, ustanıza aynı tadilatı farklı bir biçimde, farklı bir malzemeyle yapmaktan laf edin, o muhabbet nedense pek kısa sürecekir. Hatta diğer seçenekleri uygun görmediğinizi, beğenmediğinizi savunarak tadilat işinin iktidarına sıcak ilgi gösterin. Ustanız yanına bile yanaşmaz verdiğiniz pasların. Hepimiz yaşamışızdır da, farkında olur muyuz, bilmem. Özel öğretim kurumlarının sahipleriyle, dernekçilikte, proje gruplarında, imalatçı firma yöneticileriyle, özellikle de öneri yaparken yaşamışlığım vardır bu dışlamayı.

İktidar, bir de paylaşmayarak konumunu korumak ister. Çok belli etmez ya, elindekilere ve uzanabileceklerine sıkı sıkıya sarılır. Pay mı? Haydi canım oradan, nereden çıktı bu pay! Neler paylaşılmaz? Gelin sayalım: en başta bilgi, teçhizat, eleman. Bütçeyi geçeyim. Sonra tabii ki mekan. Günün 18 saati boş kalan koca salonlar vardır, bir toplantı için tertemiz kullanıp, bir çizik bile atmayacağınıza yemin billah edersiniz, verilmez. Çünkü paylaşılırsa, iktidarın gelecekteki söz sahipliğini sarsmada ‘yol olur’, neme lazım!


Dedim ya, her şeyi belirleyen iktidar algısıdır aslında.  Gönülden istemeye ya da kaba kuvvete, neye dayanırsa dayansın,  iktidar olana, çoğunlukla olmadık kudret bahşederiyoruz.  "Bir baş ol da..." diye boşuna öğüt verilmiyor. Sonra da alan açılmamasını, yeniliklerin dışlanmasını, eldekilerin paylaşılmamasını olağan karşılıyoruz. Kudret algısından kaynaklanan bu çarpıklığı,   güç odağı kabulüyle oluşan 
bu tek merkezliliği bozmaya iki şey kadirdir: biri dayanışma, diğeri hak temelli kurumlaşma. Yazık ki, ikisi de bu coğrafyaya pek uğramamıştır. Neden dersiniz?