5 Şubat 2020 Çarşamba

ADAMINI BUL!




Ilk kez tanıştığım birinin iki sorusundan korkarım. Bir “Nerelisiniz?” sorusu. Bir de “Nerede çalıştınız?”. Çünkü bu iki sorunun ardından hemen her durumda  “Benim kardeşten ileri sevdiğim (ya da dayımın gelini, olmadı eski komşumun annesi) vardı oradan. Adı ……. Tanır mısınız?” gelir. Çoğunlukla tanımam. “Görsem bilirim belki.” beylik yanıtım olur. Bilirim ki, tanısam da tanımasam da pek fark etmez. Laf dönüp dolaşıp o adın etrafında birlikte yaşananlara, yenilen içilenlere, şirin muzırlıklara, beceri ve iyiliklere gelecek, şimdi o kimsenin acaba nerelerde olduğunda düğümlenecektir.

İstanbul’da kalabalık bir uluslararası konferansta orta yaşı geçkin yabancı konuşmacı, kendini kısaca tanıtırken, o vakitler dünyanın en önde gelen, hemen her ülkede temsilciliği bulunan dev bilgisayar donanımı firmasının ana merkezinde çalıştığını açıkladı.  Konuşmasının bundan sonraki iki cümlesini hiç unutmadım: “Rica ederim bizim firmanın herhangi bir yerinde çalışmış ya da çalışmakta olan tanıdığınızı bana  sormayın.  Tanımıyorum.” demişti.  Sıkıntıyı baştan bertaraf etmek istedi adamcağız.

Bizde merak daha ziyade kişilerle ilgilidir. Geçen aylarda merak konusunda bir dergi aracılığıyla dizi seminerler yapıldı. Bilimsel merakın yetersizliğine değinen çok olmuştu. Gelgelelim kişilerin özel yaşantılarına, yakınlıklarına, geçmişlerine, öz ve öz nereden olduklarına… duyulan merak, bunları ille de ‘öğrenme’ azmimiz eşsizdir. Hep kişiler öndedir. Merakta da, yanlışlıklarda da.

Kişilerle fazlaca ilgilenmek, birinin varlığına, bize yakın durması umuduna bağlanmak, ya da o “biri” ortalıkta olmasa, işlerin yolunda gideceği inancı nedense kuvvetlidir. İyi ya da kötü olan biteni; okul, askerlik, gezi, işyeri anılarını; bilgi edinmeyi; sorun ve çözümleri; başarı ve düşüşleri kişilerle açıklamak da neredeyse bir tutkudur kimilerinde. Kolayımıza mı gelir, kestirme yol olduğundan mıdır, aklımız daha çoğuna ermediği için mi, işi başkasına havale ediverme sorumsuzluğundan mı? Bunlar etkilidir, ama ağır basan nedenler bana kalırsa bunlar değildir.

Adamını bul / tamir etmek ister misin çatını /çıkmak istermisin katını
Sucuk diye, sosis diye / satmak ister misin atını /adamını bul
‘O yok’ deme birader, bulunur / adamını bul
‘Bu yok’ deme birader /adamını bul….
‘….

‘Sırattan geçemem’ deme geçersin / adamını bul,
Dünyada olsan da ahrete gitsen de / adamını bul,
‘O adam o işi yapmaz’ deme, yapar / madamını bul....










e değil
Bir toplantıda çok başarılı bulduğum kuruluştan konuşuluyordu. Yeni bir atılım yapmalarında, kurumsal değil kişisel ilişkilere yaslanmaktan kaynaklı sıkıntılar olduğunu dinledim. Aynı yorumu bambaşka kuruluşlar için de düşünmüş, başkalarından dinlemiştim. Yani kişisel ilişkiye yalnız bireyler  takılı değildir. Kurumlar da kişilerle uğraşır. Bırakın son onbeş yirmi yılı, çalışmaya başladığım 40 yıl öncesinden beri öğrendiğim budur. Her şey mutlaka kişide başlar ve biter.

Bakın Celal Şahin’in 3o yıldan fazla geride kalmış o müzikal taşlaması 'Adamını Bul’ ne der?











Kişisel ilişkiye takılı kalmaya yatkınlığımız nereden gelir? Öncelikle süreçten, etkilerinden, biçimlenmelere değil sonuca önem vermemizden. Fazlaca ‘pratik’ oluşumuzdan, etraflı düşünmenin bizi korkutmasından, yıldırmasından. Sözde “Mükemmel iyinin düşmanıdır.” lafıyla davrandığımızı sanmaktan. Unutmayalım ki, yaşanan an kişinin, gelecek ise topluluğun, kurumların derdidir.

Ayrıca tek kişiyle “iş bitirmek” konforludur. Bir kişiyi ikna etmek, bir gruba kabul ettirmeye göre genellikle daha kolaydır. Kişiler, gruptan  daha az yorucu olur. Yetersizlikler kişisel ilişkide pek ortaya dökülmez. Kişiyle ilişki gizli kalabilir, sırlar saklanabilir. Oysa kurumlar pek öyle örtülü iş yapamazlar. Devlet sırlarının bile bir süre sonra açıklandığını biliriz. Oysa insanlarla mezarlarına giden sır az mıdır? Kişilerin yetkileri sınırlı olduğundan, kişisel ilişkiyle o sınır içindeki her şeyi kazandığımızdan emin olursak, rakiplere daha fazlası verilemez. İçimiz rahatlar. Yarışın tek hakemi olsa ve onunla kişisel ilişkim varsa kolay kolay yenilmem demektir.


İşin bir de öteki, yani kişisel ilişkinin karşı tarafı var. İlişki kurulan tarafı. Orası nasıl tutum alır? İlginç olan  çoğunlukla karşı tarafın da kişisel ilişki kurulmasından mutlu olduğudur. Kendisinden başkasına gerek duyulmaması hoşuna gider. Kişisel ilişki ona rakiplerinden bir adım ileride olduğunu duyumsatır.  Ayılırlar buna! Ne kurum, ne de kural ağır basıp, öncelik verilen birebir ilişki kurmak oldukça, otorite keyfileşip mutlaklaşmaya yüz tutar.

Keyfi davranmaya başlayıp güç kazanan herkes bundan keyif duyar. Olan önce o kurulan ilişkinin dışında kalanlara olur. Sonra da gücü elde edenler dışında kalan herkese.

Tabii işin bir de “Etme bulma dünyası” yanı vardır. Her şeyin kişisel ilişkiyle yürüdüğü yerde, günü gelir başvurulanın da ilişki kurana işi düşer ve….

Oysa hakları kollayan, eşitliği, adaleti kovalayan süreçler, kurum ve kurallardır. Yöntemler kılı kırk yarmak içindir. Gel gör ki, ilkeler hatır ve gönülle eğilip bükülünce etkisizleşir, kimsenin umurunda olmaz. Aslında herkes kaybeder, ama şimdi ama sonra.

Anlayacağınız kurumları, kuralları, planları bir kıyıda unutturan kişisel ilişkiler, iki yanlı çalışan testere gibidir. İleri giderken de keser, geri gelirken de. Süreç, grup, ekip yerine kişisel ilişki dünyası, erişen ve erişilen razı olduğunda kolayca işleyen bir düzendir.  Zaten o yüzden, ‘Adamını Bul!’dan rahatsız olanlar çoğalıp düzene el koymadıkça  yüzyıllar boyu dimdik ayakta durur, sürer de sürer.