İlkokul çağında pek de uzun boylu
düşünmeden şiir yazasım gelmişti bir gün. Aklıma eseni o günlerimde ağır ağır
düzelterek
Tık tık eder durursun
benim cici saatim
ama geri kaldın mı
kötü olur şu halim
yapmıştım. Durduk yerde
saat de nereden çıkmıştı? İlk kol saatimin alınmasına daha dört yıl vardı. Galiba
şundan: Kurmalı saatlerin çalışmalarına bayılırdım. Babamın Hislon marka kol
saati vardı. Komodinin üzerinden kaptım mı kulağıma dayardım. İşittiğimde o düzen hayranlık verirdi. Yahu küçücük avucumun içindeydi işte.. Olan bitene aldırış
etmeden biteviye işleyen, kendi halinde, kendine yeten minyatür bir dünya. Bugün
anlıyorum ki, o kurmalılar işleyişlerinin mükemmelliğinin yanında bir de çevre
dostu imişler; ne pil istelerdi, ne de kimyasalları.
Sonra zamanın kısa ya da uzun ama eşit
parçalara bölünmesi ve tekrarlar ile karşılaşır oldum. Pek çok çeşitlisi vardı. En başta, hani vardı ya, bayramların resmi geçitlerinde. Önlerinden
geçen okulları valinin, belediye başkanı ve kolordu komutanının ayakta
selamladığı portatif tribüne yaklaşırken, sol ayak ile bandonun davulunun
uyumu... Hep aynı ayağım yere değdiğinde, tam o anda, duyduğum “Güm”ü hep
özlerdim, hala da özlerim. Anlayamadığım bir nedenle bana ailenin dışında, kendi başımayken de var olabilecek farklı bir güven, bir aidiyet duygusunuı tekrar tekrar tattırırdı.
Tempo tekrardır. Ama yankı gibi bir tekrar
değil. Aynı fıkrayı defalarca anlatana “Yine mi?” demede akla gelen tekrar
(“Off yaa”) gibi değil. Ölçülüdür. Tempo zaman üzerinden bir ölçünün
tekrarıdır. Arı kanadını saniyede 250
kez çırparmış, kuşlar ise yalnızca 25 kez. Uçarlarken arılarla kuşlar aynı
süreyi iki ayrı ölçüde bölerler, hem de on kat farklı ölçülerde.
Tempoda ölçü ve tekrarın yanında bir şey
daha zorunludur: hareket. Arı kanadını yukarıdan aşağıya indirir, tokmak
davulun derisine değer, saatte pandülün yardımıyla gidip gelen dişliler
birbirine vurur, sis içindeki Bolu Dağında yol kıyısı işareti sarı renkte parıldar
ve söner. İnmek, değmek, vurmak, parlamak…
Kısacası hareket. O yoksa, eylem olmadan tempo da olmaz.
Düzeni ve hareketi duyularımızla algılarız. Vücudumuz kimyasındaki ufak
değişikliklerle yanıt verir. Bu ufak
değişiklikler, tekrarlar sürdükçe birikir. Bir noktada duyguları tetikleyecek
düzeye erişir. Tempo yeterince devam
edecek olursa uyarılır, kiminde korkar, kiminde heyecanlanır, heveslenir, hatta sevinç duyarız.
Korku salan tempoları da unutmamalı. Filmlerde izleyici bunlarla nasıl gerilir bilmeyen var mı? Tehdit algılamadığımız uygun tempoları düşünelim şimdi. Beden hareketleriyle uyacak olursak daha da hoşumuza gider bunlar. Çünkü vücuttaki kimya değişikliğine yeni süreçler katılır. Yeni katılan kıpırtılar eskilere uygun adım eşlik etmeye başlamıştır. İşittiğiniz tempoya başınızı öne arkaya sallayarak eşlik edin, bir de başınız sabit tutarak yalnızca tempoyu dinleyin. Farkı anlayacaksınız.
Sahneden yükselen “Haydi tempo!” sözüyle ne yaparız? Elleri birbirine çarparak düzene uyarız. Biraz daha ileri gidip sallanır, yanımızdakilerin omuzlarına değer, ayaklarımızı usulüne göre yere vurmaya başlarsak aldığımız haz artacaktır. Haydi bakalım.. Dansa bir adım kalmıştır. O büyülü hareketlenmeye, dansa, çok yakın yerdeyizdir artık.
Kitleleri tempo ile coşturmanın pek çok örneği var. Karnavalların,
festivallerin, barışçı kitlesel gösterilerin bir tempo eşliğinde sokaklarda
akan o rengarenk ahengini keyif alarak izlemek gibisi yoktur.
Tempo, birlikte olmanın, pay almanın coşkusuyla sınırlı değildir. Özgüveni artırmak yoluyla yaratıcılık ve verimi olumlu etkiler. Dinamik olmayı, hareketli kalmayı teşvik eder. Zorlanmanın verdiği güçlük daha az duyulur. Tempo ile yapılan jimnastiği düşünün. Diğer zamanlarda olsa kolunuzu, bacağınızı ağrıtacak esnetmeler kolayca yapılabilir, hem de defalarca, değil mi? Tempo işini görmüştür.
Tempo ile hızlı olmayı karıştırmamalı. Futbol
karşılaşmalarını anlatanlar bazen bu hataya düşüyor. “Beşiktaş tempo yapınca
kazandı.”. Tuttuğum takımın kazanmasına sevinirim elbette, ama artan hıza tempo
denilmesine sevinemem. Tempo başka. Daha çabuk olunmuş, oyuncular her dakika daha
çok yer değiştirmiştir. Fakat ayaklar arasında gezinen top saatin tıklamaları
gibi gidip gelmemiş, kaleci topu elinden (ya da ayaklarından) hep aynı sayıda
adım atıp çıkarmamıştır ki buna tempo diyelim.
Temponun düşüğü de olur, yükseği de. Askerin matem temposu adımlarıyla heybetli,
kararlı bayram töreni geçiş adımları bunların örneğidir. Yaşamımızda asla
temponun olmadığı zamanlar gibi, çok
düşük, ortalama ya da yüksek tempoda geçirdiğimiz anlar vardır. Tabii yaklaşık
tempolar, yani tamı tamına olmasa da birbirine yakın uzunlukta zaman
ölçüleriyle tekrar edilenler olur. Düzenli uyku uyuma alışkanlığı örneğin. Uyanık
ve uykuda geçirilen süreler günden güne aşağı yukarı aynı tutulursa, bir
uyku-uyanıklık temposu yakalanmıştır diyebilirim.
Peki, herhangi bir tempo, asgari kaç kez tekrar edilirse oluşur? İki üç, ya da dört tekrar yeter
mi? Bence tempoyu kararınız belirler. Hangi faaliyete, ne gibi sonuç için
yaşamınızın bir bölümünü ayırıp karar verdinizse onun süresince yapılan
tekrarın sayısı esastır. O yüzden
kişiden kişiye, konudan konuya, o yaşam diliminizin koşullarına göre değişir.
Diyelim bir kitaba başladınız. İlk birkaç sayfadan sonra örneğin “Günde
yaklaşık 25 sayfa” kararı temponuza ilk biçimini verecektir. Belki ilerledikçe
pek kolay olmadığını görüp “Haydi diyelim 10-12 sayfa” yapabilmeniz elbette
olanaklı. Önemli olan neyi ne kadar yapacağında kararlı olmaya alışmak ve onu kararın
konusu bitinceye dek sürdürmek.
İmalat, madencilik, nakliye işçilerine, işin zorluğuna göre, iş
tamamlanıncaya kadar düzenli aralarla mola verilmesi önerilir. Çünkü çalışanlar her seferinde bir dahaki
molaya kadar daha kolay motive olacak, yorgunluk az da olsa atılacaktır, hele
bir doyasıya nefeslenilsin.
Tamamı temposuz geçirilen bir
ömür var mı, varsa nasıl olur? Bana sorarsanız, yaşamı tamamen rastlantılara
bırakmak, hep fırsatları kollamak, kendini başkalarının iradelerine bırakmakla temposuz olunur.
Oysa tempoyu yapılabilir mi diye denemeli, farklı tempoları tanımalı, kullanabilmelidir
insan. Tempoyu sorgulamak, farklı tempoları denemek faaliyetlere (ve
dinlenmelere) renk katar, yaptıklarımızı tek tek ayrıştırarak daha yakından
anlamayı, daha sağlam değerlendirmeler yapmayı sağlar.
Örgütlerin yaşamında da temponun önemi yadsınamaz. Son günlerde hep duyar
olduk: Ayda bir kez saatler boyu süren Halk Toplantısı yapan ilçe belediye
başkanları var. Temsilcilerin her dönem dönüşümlü görev aldığı meslek
örgütleri, iki haftada bir faaliyetlerini, proje gelişmelerini, gönüllü
görevlendirmeleri üyelerine ayrıntılarıyla duyuran, her sabah temizliğini
nöbetleşe yapan dernekler var. Her Cumartesi günü yönetici, öğretmen, hizmetliler
ve öğrencilerle düzenli özeleştiri yapan Köy Enstitüsü geleneğini biliyoruz.
Güven yaratan bu tempolu tekrarlar, aidiyet, plan yapma, değerlendirme,
yenilikçilik ve geliştirmenin temel
taşlarıdır.
Tüm yaşamımız tempolu olsun demek istemiyorum. Robotlarmışız gibi
yaşayamayız. Asla yoktur böylesi. Ama şunu bilelim: Tempolu geçirdiğimiz
süreler yaşamı makineleştirmek değil, irademizle hareket etmeye güç katmaktır. Çünkü
kendi kaderimize hakim olmanın bir bölümü tempo kararlarmızdan kaynaklanır.
Benliğimizi güçlendirmek, adım adım bölüklerde doğru değerlendirmeler yaparak geliştirmek
için kendi tayin ettiğimiz tempolu aralıklara yaşamımızda daha çok yer
verelim. Kendimize karşı adil olmak
için benliğimizin irade oluşturma özgürlüğünü, bir süreklilik içinde adım adım
uygulama disiplinimizi kuralım. Örgütlerde tempolar yaratıp güveni, bağlılığı tempoyu
birlikte oluşturmak ve mutlaka sadık kalmakla sağlamaya bakalım. Bunu yapmak, yaşam
çekirdeğimize yerleşik kişisel ve örgütsel hukukumuzu geliştirecektir. Tempo bu
hukukun usule dair yanıdır. Usul önemli. Çünkü usuller araçlarımızı verir. Amaçlara ise ancak doğru seçilmiş araçlarla varılabilir. Zaten hukukun temel prensiplerinden birine
göre “Usul esastan önce gelir.” miş. Ne doğru!..