15 Haziran 2024 Cumartesi

Tempo yalnız el çırpmak değil

İlkokul çağında pek de uzun boylu düşünmeden şiir yazasım gelmişti bir gün. Aklıma eseni o günlerimde ağır ağır düzelterek

 Tık tık eder durursun 
 benim cici saatim
 ama geri kaldın mı 
 kötü olur şu halim


yapmıştım. Durduk yerde saat de nereden çıkmıştı? İlk kol saatimin alınmasına daha dört yıl vardı. Galiba şundan: Kurmalı saatlerin çalışmalarına bayılırdım. Babamın Hislon marka kol saati vardı. Komodinin üzerinden kaptım mı kulağıma dayardım. İşittiğimde o düzen hayranlık verirdi. Yahu küçücük avucumun içindeydi işte.. Olan bitene aldırış etmeden biteviye işleyen, kendi halinde, kendine yeten minyatür bir dünya. Bugün anlıyorum ki, o kurmalılar işleyişlerinin mükemmelliğinin yanında bir de çevre dostu imişler; ne pil istelerdi, ne de kimyasalları.

Sonra zamanın kısa ya da uzun ama eşit parçalara bölünmesi ve tekrarlar ile karşılaşır oldum. Pek çok çeşitlisi vardı.  En başta, hani vardı ya,  bayramların resmi geçitlerinde. Önlerinden geçen okulları valinin, belediye başkanı ve kolordu komutanının ayakta selamladığı portatif tribüne yaklaşırken, sol ayak ile bandonun davulunun uyumu... Hep aynı ayağım yere değdiğinde, tam o anda, duyduğum “Güm”ü hep özlerdim, hala da özlerim. Anlayamadığım bir nedenle bana ailenin dışında, kendi başımayken de var olabilecek farklı bir güven, bir aidiyet duygusunuı tekrar tekrar tattırırdı.

Tempo tekrardır. Ama yankı gibi bir tekrar değil. Aynı fıkrayı defalarca anlatana “Yine mi?” demede akla gelen tekrar (“Off yaa”)  gibi değil.  Ölçülüdür. Tempo zaman üzerinden bir ölçünün tekrarıdır.  Arı kanadını saniyede 250 kez çırparmış, kuşlar ise yalnızca 25 kez. Uçarlarken arılarla kuşlar aynı süreyi iki ayrı ölçüde bölerler, hem de on kat farklı ölçülerde.

Tempoda ölçü ve tekrarın yanında bir şey daha zorunludur: hareket. Arı kanadını yukarıdan aşağıya indirir, tokmak davulun derisine değer, saatte pandülün yardımıyla gidip gelen dişliler birbirine vurur, sis içindeki Bolu Dağında yol kıyısı işareti sarı renkte parıldar ve söner. İnmek, değmek,  vurmak, parlamak… Kısacası hareket. O yoksa, eylem olmadan tempo da olmaz.

Düzeni ve hareketi duyularımızla algılarız. Vücudumuz kimyasındaki ufak değişikliklerle yanıt verir.  Bu ufak değişiklikler, tekrarlar sürdükçe birikir. Bir noktada duyguları tetikleyecek düzeye erişir. Tempo  yeterince devam edecek olursa uyarılır, kiminde korkar, kiminde heyecanlanır,  heveslenir, hatta sevinç duyarız.

Korku salan tempoları da unutmamalı. Filmlerde izleyici bunlarla nasıl gerilir bilmeyen var mı? Tehdit algılamadığımız uygun tempoları düşünelim şimdi. Beden hareketleriyle uyacak olursak daha da hoşumuza gider bunlar. Çünkü vücuttaki kimya değişikliğine yeni süreçler katılır. Yeni katılan kıpırtılar eskilere uygun adım eşlik etmeye başlamıştır. İşittiğiniz tempoya başınızı öne arkaya sallayarak eşlik edin, bir de başınız sabit tutarak yalnızca tempoyu dinleyin. Farkı anlayacaksınız.

Sahneden yükselen “Haydi tempo!” sözüyle ne yaparız? Elleri birbirine çarparak düzene uyarız. Biraz daha ileri gidip sallanır, yanımızdakilerin omuzlarına değer, ayaklarımızı usulüne göre yere vurmaya  başlarsak aldığımız haz artacaktır. Haydi bakalım.. Dansa bir adım kalmıştır. O büyülü hareketlenmeye, dansa, çok yakın yerdeyizdir artık.

 Kitleleri tempo ile coşturmanın pek çok   örneği var.  Karnavalların, festivallerin,   barışçı kitlesel gösterilerin bir tempo   eşliğinde sokaklarda akan o rengarenk   ahengini keyif alarak izlemek gibisi   yoktur.

  Tempo, birlikte olmanın, pay almanın   coşkusuyla sınırlı değildir.   Özgüveni     artırmak yoluyla yaratıcılık   ve verimi   olumlu etkiler. Dinamik olmayı, hareketli kalmayı teşvik eder. Zorlanmanın verdiği güçlük daha az duyulur. Tempo ile yapılan jimnastiği düşünün. Diğer zamanlarda olsa kolunuzu, bacağınızı ağrıtacak esnetmeler kolayca yapılabilir, hem de defalarca, değil mi? Tempo işini görmüştür.


Tempo ile hızlı olmayı karıştırmamalı. Futbol karşılaşmalarını anlatanlar bazen bu hataya düşüyor. “Beşiktaş tempo yapınca kazandı.”. Tuttuğum takımın kazanmasına sevinirim elbette, ama artan hıza tempo denilmesine sevinemem. Tempo başka. Daha çabuk olunmuş, oyuncular her dakika daha çok yer değiştirmiştir. Fakat ayaklar arasında gezinen top saatin tıklamaları gibi gidip gelmemiş, kaleci topu elinden (ya da ayaklarından) hep aynı sayıda adım atıp çıkarmamıştır ki buna tempo diyelim.

Temponun düşüğü de olur, yükseği de. Askerin matem temposu adımlarıyla heybetli, kararlı bayram töreni geçiş adımları bunların örneğidir. Yaşamımızda asla temponun olmadığı zamanlar gibi, çok düşük, ortalama ya da yüksek tempoda geçirdiğimiz anlar vardır. Tabii yaklaşık tempolar, yani tamı tamına olmasa da birbirine yakın uzunlukta zaman ölçüleriyle tekrar edilenler olur.  Düzenli uyku uyuma alışkanlığı örneğin. Uyanık ve uykuda geçirilen süreler günden güne aşağı yukarı aynı tutulursa, bir uyku-uyanıklık temposu yakalanmıştır diyebilirim.

Peki, herhangi bir tempo, asgari kaç kez tekrar edilirse oluşur? İki üç, ya da dört tekrar yeter mi? Bence tempoyu kararınız belirler. Hangi faaliyete, ne gibi sonuç için yaşamınızın bir bölümünü ayırıp karar verdinizse onun süresince yapılan tekrarın sayısı esastır.  O yüzden kişiden kişiye, konudan konuya, o yaşam diliminizin koşullarına göre değişir.

Diyelim bir kitaba başladınız. İlk birkaç sayfadan sonra örneğin “Günde yaklaşık 25 sayfa” kararı temponuza ilk biçimini verecektir. Belki ilerledikçe pek kolay olmadığını görüp “Haydi diyelim 10-12 sayfa” yapabilmeniz elbette olanaklı. Önemli olan neyi ne kadar yapacağında kararlı olmaya alışmak ve onu kararın konusu bitinceye dek sürdürmek.

İmalat, madencilik, nakliye  işçilerine, işin zorluğuna göre, iş tamamlanıncaya kadar düzenli aralarla mola verilmesi önerilir.  Çünkü çalışanlar her seferinde bir dahaki molaya kadar daha kolay motive olacak, yorgunluk az da olsa atılacaktır, hele bir doyasıya nefeslenilsin.

Tamamı temposuz geçirilen bir ömür var mı, varsa nasıl olur? Bana sorarsanız, yaşamı tamamen rastlantılara bırakmak, hep fırsatları kollamak, kendini başkalarının iradelerine bırakmakla temposuz olunur. Oysa tempoyu yapılabilir mi diye denemeli, farklı tempoları tanımalı, kullanabilmelidir insan. Tempoyu sorgulamak, farklı tempoları denemek faaliyetlere (ve dinlenmelere) renk katar, yaptıklarımızı tek tek ayrıştırarak daha yakından anlamayı, daha sağlam değerlendirmeler yapmayı sağlar.

Örgütlerin yaşamında da temponun önemi yadsınamaz. Son günlerde hep duyar olduk: Ayda bir kez saatler boyu süren Halk Toplantısı yapan ilçe belediye başkanları var. Temsilcilerin her dönem dönüşümlü görev aldığı meslek örgütleri, iki haftada bir faaliyetlerini, proje gelişmelerini, gönüllü görevlendirmeleri üyelerine ayrıntılarıyla duyuran, her sabah temizliğini nöbetleşe yapan  dernekler var.  Her Cumartesi günü yönetici, öğretmen, hizmetliler ve öğrencilerle düzenli özeleştiri yapan Köy Enstitüsü geleneğini biliyoruz. Güven yaratan bu tempolu tekrarlar, aidiyet, plan yapma, değerlendirme, yenilikçilik  ve geliştirmenin temel taşlarıdır.
 
Tüm yaşamımız tempolu olsun demek istemiyorum. Robotlarmışız gibi yaşayamayız. Asla yoktur böylesi. Ama şunu bilelim: Tempolu geçirdiğimiz süreler yaşamı makineleştirmek değil, irademizle hareket etmeye güç katmaktır. Çünkü kendi kaderimize hakim olmanın bir bölümü tempo kararlarmızdan kaynaklanır.

Benliğimizi güçlendirmek, adım adım bölüklerde doğru değerlendirmeler yaparak geliştirmek için kendi tayin ettiğimiz tempolu aralıklara yaşamımızda daha çok yer verelim.   Kendimize karşı adil olmak için benliğimizin irade oluşturma özgürlüğünü, bir süreklilik içinde adım adım uygulama disiplinimizi kuralım. Örgütlerde tempolar yaratıp güveni, bağlılığı tempoyu birlikte oluşturmak ve mutlaka sadık kalmakla sağlamaya bakalım. Bunu yapmak, yaşam çekirdeğimize yerleşik kişisel ve örgütsel hukukumuzu geliştirecektir. Tempo bu hukukun usule dair  yanıdır. Usul önemli. Çünkü usuller araçlarımızı verir. Amaçlara ise ancak doğru seçilmiş araçlarla varılabilir. Zaten hukukun temel prensiplerinden birine göre  “Usul esastan önce gelir.” miş. Ne doğru!..