4 Aralık 2019 Çarşamba

İÇTENLİKSİZ



Antik Roma dönemi tanrılarının başında iki yüzlü Janus gelir. O, sağa ve sola bakan iki çehresiyle tanınır. Bir yüzüyle geçmişe, diğeriyle geleceğe bakarak evrendeki tüm geçişlerin ona bağlandığı söylencesi yüzyıllar önce almış yürümüştür. Cennetin kapısında da onun durduğuna inanılırmış. Bu yüzden Roma’da bir vakitler hangi tanrı için tören düzenlenirse düzenlensin, mutlaka Janus’un adı ile başlamak kuralı uygulanırmış.


Varlıklı  ve adil bir yaşama, barış ve  dirliğe, dürüstlüğün kazandığı sanat ve yaratımla dolu keyifli günlere geçiş. Janus’un iki yüzü böyle geçişleri çağrıştıran iyicil bir anlama gelirken, bizim için ikiyüzlü olmak olumsuzluktur. Pek istenmeyen bir niteliği betimler. Aynı insan, kah bir dost, kah bir yabancıdır; kah bir sevdalı kah bir duyarsız olur. Ne fena… Birini ikiyüzlü buluyor isek, kimsenin hoşuna gitmeyen önemli bir yanı vardır: içtenlikten yoksundur, bir içtenliksizdir o.

İçtenliksiz ikiyüzlüdür, hatta ikiden çok yüzlüsü de bulunur. Duruma uyan hangi yüzse onunla görünürler. Benim en çok karşılaştığım, başkaları için düşündüklerinde içtenliksiz olanlardır. Bir yerde övdüklerini, öte tarafta yerin dibine batırır; kalabalıkta kendilerine sorulduğunda tanımadıklarını söyledikleri insanlar için birebir görüşmeye çağırdığınızda “Ciğerini bilirim ben onun.” bile diyebilir bu tür içtenliksizler.

Niye içtenliksiz olsun ki insan? Bir kere içtenliksiz kendini gizlemek isteyendir. Kabahatini örtmek zorunda kalmıştır. Sonra söze dökülene göre aklından farklı şeyler geçirdiği için kendini ele vermek istememektedir. Belki çocukluktan, yeni yetme, ilkgençlik yıllarından, belki komutla davranılan dönemlerden kalan alışkanlıkla, ne düşündüğünü, ne de yaşadığını olduğu gibi değil, kendinden istendiği gibi yansıtmaya koşullanmıştır. Bunu yaşamış ve etkisinde kalmışlara zaman zaman başka yüzle görünmek en iyi yol gibi gelir. Oysa yanılıyorlardır. “Başkası olma, kendin ol!” şirin bir şarkının sözlerinden fazlasıdır. Sahiciliğin çok daha güzel olduğunu vurgular.

İçtenliksiz hakkına razı olmayandır. İçinden geçenleri açıkça dışarı vursa o düşlediğini elde edemeyeceğini bilir. Hak etmediğine, ya da hak ettiği halde kendine verilmeyeceğini bildiğine uzanmak arzusuyla yanıp tutuşmaktadır oysa. Göstermelik saygı bunun tipik örneğidir. Arkanda her haliyle seni küçük görür; lakin yüzüne baktın mı o mahzun, o emre amede çehreyi takınır.  Böylesi içtenliksizlik,  insani içeriği ve kapasitesi yetersiz olanlardan çıkar. Ya bu neden kaynaklanabilir? Ben hep geniş yetkileri elinde tutan, insan unsurunu iyileştirmekten çok kendi egemenliğine öncelik vermiş yönetenlerin dolaylı etkisini düşünürüm.
 Ne demişti güçlü köy ağası 50'lerde enstitüler kapansın, insani kapasite gelişmesin diye yaptıklarını anlatırken? “Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim .. 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler.”. Sen ‘ne dersen onu yapan’, içtenlikle  içinden geçenleri bir kez olsun göstermeye kalkışmış mıdır?


Görünüşle, yalnız görüntüyle yaşanan çağ içtenliksiz olmayı özendirir. Son yıllarda yaşadığımız bu. Tek başına dıştan görülenle yetinmek, içeriği ıskalamak 
her insanı içtenliksiz olmaya zorlar bana sorarsanız .  Tabii herkes ille de bir içtenliksize dönüşmez. İçtenliksiz, ikide bir başka başka görünür ya, kendisi de her şeyi yalnız görünüşüyle değerlendirmeye alışır. İç dünyasını diğerlerinin iç dünyasıyla ilişkilendirmez,  kendini başkalarının yerine koymaya gönlü elvermez. İç dünya ona göre ayrıntıdır, gereksizdir. Tek başına yüzeyde görünen kabuğu önemsemek güvensizliği getirir. Güvensizlik de içtensizliği üretir.  Yargının yalnızca görünüşte, biçimde adil olduğu bir ülkeyi düşünün. Güven sarsıldıkça borcu olan alacaklısına bir türlü, yeni borç istediğine başka bir türlü, durumunu bilen ev halkına ise bambaşka türlü yaklaşır.

İçtenliksiz, gerçek iç dünyasının kapılarını Tanrı Janus gibi bekler beklemesine, ama açık tutmak, geleni buyur etmek için değil. İçinden geçeni dışarıdakilere, dışarıdakilerin yolladığı duygu, serzeniş, sitem işaretlerini de içeri bırakmayacak bekçilik için. Fakat unutmamak gerek: bekçilere o işi yaptıran belki de ömür boyu olur olmaz yere bulunuveren ve cezası hemen kesilen kabahatler, sınırsız yetki ile davranan egemenler, güven eksikliğinin arttığı ortamdır. Belki de içtenliksizlik böyle çarpık iklimlerde daha kolay yaşıyordur. Böyle olduğunda artık içtenliğe, hep içinden geldiği gibi olmaya geçiş yapılsın diye Janus’a da başvuramayız herhalde, kimbilir?



3 Ekim 2019 Perşembe

Her işin başı...



Çevresindeki  kötülüğü dönüp dolaşıp hep insan kalitesi düşüklüğüne bağlayanlarla karşılaşmışsınızdır. Bu görüşe bakacak olursak, devlet, toplum, iktisadi düzenimiz bir yana, insan kalitesi yükselmedikçe sorunlarımız sürecek, yaşantımız ‘çoğunluğu kalitesiz insanlarımız’ yüzünden hepimize zehir olmaya devam edecektir. Habire “Her işin başı eğitim! O da bizde yok!” deme alışkanlıkları vardır. Bunlara “Biz adam olmayızcı”lar adını takmışımdır.

Bir şeyin kalitesi, istenen özelliklerin ne derecede karşıladığyla anlaşılır. İnsan kalitesi de öyle. İstenen özellikleri ne düzeyde sağlıyor? Fakat insanlarda istenen özellik say sayabildiğince: Bilgili, dürüst, becerikli, adil, cesur, duyarlı, düzenli, alçakgönüllü, sabırlı, sorumluluk alan... Bunların tümünde eksiksiz olunabilir mi? Bıraktım eksiksiz olmayı, tümünde birden ortalama insandan üstün olmak kolay mı? Değil. Her birimiz her şeyde arzulanan düzeye erişemeyiz. Üstelik yaşamın her alanını düşünürsek ve toplum biçiminde yaşayacaksak, insanın kalitelisinin de çok sayıda başka kaliteli insana gerek duyduğu açıktır. Issız adalarında tek başlarına yaşayan, barınak, su ve hindistan cevizi ile yetinen Robinson Crusoelar mıyız biz?
Haydi bazı bakımlardan kaliteli insanı bulduk diyelim. Kötüye  giden işler nasıl binbir nedene dayanırsa, iyiye gidiş de pek çok doğrunun bir araya gelmesini gerektirir. Bu doğrular arasında, elinden iş gelen, aklı belirli işlere diğerlerinden daha çok eren kaliteli insanları bulmak elbette vardır. Fakat bu insanların gerek duyacağı araçları sağlayabilecek, söylediklerini uygularken karşılaşılacak sıkıntıları göğüsleyip adil biçimde dağıtacak, yoksunluklara yeterli süre dayanabilecek düzeni kavgasız gürültüsüz yürütecek topluluk olmak kolay mıdır? Bunun ötesinde bir şey daha: iyi eğitim öğrencide sabır ve özveri gerektirir. Eğitim almaya, iyi eğitimli olmaya özendirmeden bunları nüfusun çoğunluğunda yaratabilir misiniz?

Sorunlardan kurtulmada ortam, toplumsal  iklim ve kültürün payını bana kalırsa ihmal etmekteyiz. Çünkü bunları düşünmek zorumuza gider. Ayrıca değiştirilmeleri çok zaman ve çaba ister. Bir de kalite insanları bulup her şeyi onlardan beklerken peşlerine takılmak için fazla gayret etmemiz gerekmez, üstelik hızla sonuç alacağız ve olumsuzluklardan sorumlu olmayacağız diye rahatızdır. Nasıl olsa “Elle gelen düğün bayram” dır.  Oysa o kalite insanlar, etkilerini ancak uygun koşullarda gösterebilir. Bu koşulların ne olduğunu, ortam, iklim, kültür üçlemesi ile anlayabiliriz.

Ortam, öncelikle toplum yaşantımızın geçtiği çevredir, sonra da orada kendi koyduğumuz kurallar. Doğa, nüfus ve yoğunluğu, coğrafya, yapılar gibi kalıcı varlıklar ile yasalar, yönetim biçimi, piyasa işlemleri gibi ilişkileri belirleyen kurmaca konular ortamı tanımlar. Bunlar sorunlarımızın zemininde önemli rol oynar. Ne kadar kaliteli insanı toplarsanız toplayın doğanın izin vermediği işleri, büyük emek verilmeden, uygun teknolojilerin yüksek maliyetlerine katlanmadan gerçekleştiremez, kırıp dökmeden yapamaz, belki doğanın dengesini alt üst edersiniz.

Toplumsal iklime gelince, düşünce ve insan eğilimleri aracılığıyla ortama giydirilen giysi, ortamın içine sokulduğu kalıp gibidir. Ortamı suya benzetirsek, onu dondurup buz biçimine sokan, buz olarak sunan iklimdir.  Barışçı iklim, rekabet iklimi, seferberlik iklimi, kayırmacılık iklimi, otoriter iklim... Trafik kuralı yapısal bir bileşendir, yani ortamda yer alır. Ama ayakta fazla sayıda yolcu almış dolmuşta, kurala aykırı yakalanmamak için şoförün komutuyla itiraz etmeden çömelme eğilimimiz iklimin işidir. Bizim buradaki iklimde olur da, Almanya’da kuşku duyarım doğrusu.

İnsanlar, ortamın getirdiklerini ve iklimin biçimlendirdiklerini kültür ile yaşatır, devam ettirir. Dil, alışkanlıklar, halk sanatları, yaşam biçimleri, giyim, yemekler, gelenekler, törenler, el aletleri gibi kökeni tarihte gömülü yaratım ürünü sayısız araç ile içiçe yaşarız. Tümü kültürümüzün bileşenleridir. İçinde bulundukları ortam ve iklimde insanların kendilerini rahat duyumsatan şeylerdir kültür.  Rahat ettiğimiz için yokluklarında özlenen şeylerin çoğu kültüreldir. Kaliteli de olsalar insanların kendi çabalarıyla bunları dönüştürmesi, değiştirmesi hiç  kolay değildir. “Devrimler kendi çocuklarını yer” dedikleri nedendir? Yakınmakla, yönetimin yazılı kurallar koymasıyla apartmanlarda kapı önlerine yığılan ayakkabıları, balkonlarda halı silkelemeyi, depo yapılıp her türden eşya tıkıştırılan açık balkonları birkaç yıl bekleseniz bile tümden engelleyebilir misiniz? 
Yalnızca eğitilmiş, belirli alanlarda kalitesiyle ileride görülen insanlarla sorunların çözüleceğini düşünmek kolaycılıktır. Birbirine destek olmayan, çözümler için ne heves ne de güven  duyan topluluklar varken, yol gösteren, iyilik için çırpınan kaliteli insanlar olmuş ne fark eder? Boşuna çaba harcanmış olur. Bunun bizdeki örneği, eğitimi ve niteliği ile öne çıkmış yaratıcı insangücümüzün çoğunun taze  girişimciliklerini ortam ve iklimin doğurduğu 'ölüm vadisi' diye adlandırılan çıkmazda yok edişimizdir(1). Tarih, yapmak istediklerini gerçekleştiremeyip, anlaşılmadığını düşünmüş, toplumuna küsmüş, hatta bu düş kırıklığıyla canına kıymış iyi yetişmiş insanların öyküleriyle doludur.

Kaliteyi getiren, değerli olmaya duyulan hevestir. Eğitimliye değer ve güven veren bir ortam, böylesini benimseyen bir iklim ile eğitimlinin zenginleştireceği kültür var edildiğinde,  eğitilme isteği güçlü olur. Arzulu insanın enerjisi ile ortam ve iklim  buluştuğunda  inanılmaz sonuçlar üretebilir. İşte kaliteli insan ancak birbirine destek olacak bu nüveler birleştirici bir anlayışla yaratılabilirse, işe yarar. Buna düşünebildiğim en iyi örnek, kısacık tarihinde, yüreği eğitim alma arzusu ile dolu yoksul  köy çocuklarından tam donanımlı öğretmenler, evrensel sanatçı ve bilim insanları yaratan Köy Enstitülerimizdir. Acaba “Eğitileceğiz de ne olacak!” diyen çok olmuş mudur o okullarda?

Her şeyin başı, ülkenin doğru düşünülerek kurulmuş sağlıklı ortamında, öğretmen yetkinliğini  de içeren uygun iklimi ve seçilmiş kültürel donanımıyla insanları eğitilmeye özendiren eğitimdir. Bu biçimdeki koşullar yaratıldığında, yaygın insan kalitesi eğitimle kazanılır ve işte “Biz bal gibi de adam oluruz.” .

(1)Müfit Akyos, ”Bilim-Teknoloji-Yenilik (B-T-Y) Sisteminin Yeniden Yapılandırılması Gereği”, Herkese Bilim Teknoloji Dergisi, Sayı 183, 27 Eylül 2019, s.9


1 Ağustos 2019 Perşembe

"..mış gibi" mi?






Fotoğraftaki (Erol Sayın dosttan alıntı) engelli rampası ne düşündürür? Hesapsız kitapsız işe kalkışıp sonunda olmayacak bir yere vardığımız örneklerden sadece biri. “Burada ancak bu kadar oluyor! Elden gelen bu!” çaresizliği. “Adamlar iyi niyetli düşünmüş, koşulları zorlamış ya, ona bakalım!”  yalancı mutluluğu. Kullanılsın, bir işe yarasın, görevini yapsın kaygısı olmadan göstermelik uygulamalarımızdan biri daha.

 
“..mış gibi yapmak” dan kaçmak zor. Her daim başa gelir. Nedense en çok yönetenler ve bürokrasi böyle diye suçlanır.  “Balık baştan kokar” der çıkarız işin içinden. Oysa ev içlerinden, çocuk oyunlarına, öğrencilikten askerliğe, evlilikten ticarete ne çok “..mış gibi” ile karşılaşmışızdır. Lakin kendimiz? Yapar mıyız, yapmış mıyızdır, yapana hoş bakar mıyız? Biz mi? Haşa..

Kolay her zaman çekici gelir. Zihnimiz buna yönelik işler. Kolay, az yorar, enerjide, malzeme gereklerinde tutumludur, riski yok gibidir, anlaması, anlatması, geriye dönüşü, düzeltilmesi işten bile değildir. Ne var ki, “Kolayı ne bunun?” herkesin bildiği “..mış gibi”ye açılan binlerce kapıdan biridir. Otomobil sürücüsü, kontrol noktasına yaklaştığını gördüğünde hemen emniyet kemerini takılıy”mış gibi” boynundan geçirir.  Herhalde trafik polisinin kontrol etmek için elini araçtan içeri sokup sürücünün omzu üzerinden emniyet kemerini çekiştirdiği tek ülke burasıdır.

Hem “..mış gibi” yalan söylemek de değildir ki! Yani tam olarak, yüzde yüz öyle değildir. “Var mı, var.” diye yapılan az şey mi görmüşüzdür?  Motelde, duşta sıcak su ? Akar. Allahı var, ama damlaya damlaya, üstelik rengi kahverengimsi olur genellikle. Yabancı dilde eğitiminiz? Var. Allah için, tahtaya yabancı dille bir iki sözcük yazar, tüm dersi Türkçe anlatıveririz. Yalanı yoktur, fakat albenisi çoktur. Yani ahlaken bir sorun da yaşanmaz “..mış gibi”lerde.

“Kalite herkesin kendi işidir.”. Her insan elindeki işi bütün beklenenleri yerine getirip fazlasını da yapabilecek kadar iyi yapsa.. Yaptıklarımızın işe yararlığı, uzun ömrü, az masraflı olması neye bağlı kendi kendimize keşfetsek.. Ne çok anlattık eğitim verdiğimiz kuruluşlarda bunu. Biri sizi gözetlemese, yaptıklarınızı denetlemese, ölçme değerlendirme olmasa dahi kendinize “Ne eşsiz bir iş çıkardım.” demenin keyfini yaşamayı biliniz. “..mış gibi” yapmamanın sağlıklı yolu bu.  Yolu bu da, becermesi herkesin harcı mı, pek düşünmedik.

Beceri geliştirmek için dışarıdan iki temel teşvik olmalı: Biri övülme, beğeni alma. En önemli ikinci sıradaki ihtiyacımız “diğerlerinin gözünde değerli olmak” der Maslow’un Gereksinimler Sıradüzeni(*).  Sosyal medyada habire “Beğen” beklemelerimizin sırrı ne ki? Beceride ikinci teşvikçi, özgür bırakılmadır. Ama yalnız sınır çekmeme ile değil, bir de sınırları zorlamaya özgü olanakları emre amade etme ile. “Yap bakalım, ne yapabilirsen yap da görelim.” değil!  “Yapmak istediğinde ben sana nasıl destek olabilirim?” ile. 

Özgür bırakılmada en büyük rol iktidar olana düşer. Oysa iktidarda kalmanın bir yönü  doğruyu yapan olsa bile onu beğenip “tepene çıkarmama”ya özen göstermek; diğeri de denemelere, yeni alanlara açılmaya kapalı olmaktır. Kısacası “..mış gibi”nin gerisinde biraz da iktidarda kalmayı kafaya takmış olanlar, bunun için yanlış yapanlara dahi göz yumanlar var.

Beğenmenin eşleniği (sakın karşıtı sanılmasın) sağlıklı, bütünü gözeten, yol gösteren eleştiridir. “..mış gibi” alışkanlığı, “Kol kırılır yen içinde” dedikçe, boş övgüler ya da ses çıkarmamakla gerçek değeri belli etmekten kaçındıkça yer eder. Var mı, “Polis amca, babam sizi uzaktan fark edince kemerini taktı!” diyecek çocuğunun ağzının payını az ileri gidince vermeyecek olanımız? Eleştireni yalnız bırakmamak, yanında durmak en iyisi, ama eleştireni de eleştirebilmek yolunu açık tutmak koşuluyla.

Bıkmışızdır hepimiz bu “..mış gibi”lerden. Öyleyse, marifeti her görüldüğü yerde övecek ve daha ileri gitsin diye önünü açacağız, aydınlık kafayla eleştireni de, eleştireni ciddi yollarla değerlendirmeye alanı da kollayacağız. “..mış gibi”ler başka nasıl azalır ki?

(*) https://rehberlikbirimi.com/maslowun-ihtiyaclar-hiyerarsisi/