31 Mayıs 2019 Cuma

İyi Soru, Doğru Soru



Başkalarına ve kendimize günde ortalama kaç soru soruyoruzdur? Meğer ne çok incelenmiş bir konuymuş bu. Hele çocuklar için. İngiltere’de yaşları 2 ile 10 arasında çocuklu bin anneyle yapılan araştırma, günlük ortalamanın 300 kadar olduğunu, 4 yaş ve altında kız çocuklarında ise bu sayının 390 çıktığını göstermiş(*). Büyüdükçe soru sayısı, iyi ki, düşermiş (yoksa ne yapardık?). Yetişkinlere sorulduğunda 5 ile 20 arası diyenler çıkmış.

Yine de her soru algılandığı kadarıyla yanıtlanır. Sorunun zihnimizde bir karşılığı olması gerekir. “Yalnızca yanıtını arayacak durumda olduğumuz soruları işitiriz.” Nietszche’nin sözüdür. Doğru şeyi soruyor bile olsak, yanıtlayacak kimsenin dünyasında yoksa eğer, iyi bir soru sayılmaz. Kapı numarasını arıyorsanız, bir posta dağıtıcısına sormak en uygunudur.

Bir soru dile getirildi ve eksiksiz işitildi mi tamamdır, iyi soruldu demek değildir. İyi soruların nitelikli bir bileşimi olur. Önce yanıtın beklenen ayrıntısı kararındadır. Ne çok fazla, ne de hiç yok denecek kadar az ayrıntı. Akıllı bilgisayara “Ne var ne yok?” diye sorulmuş da, o zavallı bilgisayarın homurdana homurdana çok ciddi arıza verdiği anlatılır. Tabii aslı yoktur, ders için yaratılmış kurmaca bir öyküdür.

Sorunun niteliğinde bir bileşen istenen ayrıntı ise bir diğeri açıklıktır. “En uygun…” diye başlayan sorular çoğunlukla kapalılığın örneği olur. Meslek, konut, iş ve eş için  en uygunu sorulmaz mı, insanı ifrit eder. Kim için? Hangileri arasında? Ne amaçla? Ne pahasına?

Böyle kapalı kalmaktan başka, bir de soru bileşenlerinde netlik sorunu olur. “Semtin çöp, okul, güvenlik, komşu iletişimi sorunlarına çözüm en hızlı nasıl bulunur?”. Her biri ayrı konu ve ilgiliyi kapsayan karmakarışık bu yumakta ipin ucunu bulup çözmek çok güçtür. Soru dediğin, hedefinde net olmalıdır.

Bazı sorular vardır sonradan anlarız ki, bir şeyi öğrenmek değil, bir şeyi duyumsatmak için dile getirilmiştir. “Enişte! Küçükken de sen hep böyle suskun muydun?” sorusu daha ziyade yanıt beklenen kişinin ezikliğini, iş bilmezliğini, hatta pısırıklığını vurgulamaya yöneliktir. Bir hocamdan duymuştum; böylelerine, ‘retorik soru’ derlermiş. Konuşmaya destek, renk, hareket katmak amaçlı, gerçekte sorulmayan, sorma amacı taşımayan soru. Tabii bu tipte olanları, doğru soru sayamayız.

Aklından geçeni, bilinenleri belli ederek soru sormak gibisi yoktur. Sınav sorularında en çok karşılaşılan sıkıntı, nelerin bilindiği ile yanıtlanacağıdır. Neleri bilip neleri öğrenmek istiyoruz? İşte doğru soru olmanın temel taşlarından biri. "Daha çoğunu.." diye girdiğin soruda, neye göre daha dediğini, mihenk taşını ortaya koyman belli etmen gerekir.

Anlamayı destekleyen, zihni açan, en azından bir ‘tık’ daha berraklık sağlayacak, belki daha ileri soruları akla getirecek soru doğrudur. Soru soruldu mu, sanki bir makinedeki somun sıkıştırılıyor değil de, fide versin diye toprağa bir tohum atılıyor gibi olmalıdır. Doğru soru özünde bir tohumu taşır.

Sorunun değeri doğru olmasındadır. İyi biçimlenmesi de soruyu işler yapar. Değerli ve çalışır bir soru... Böylesi soru, karşıdakinin zihninde derhal parçalarına ayrılır. Küçük, birbirine bağlı düşünce bölümlerine indirgenebilir. Böylece soruyu dinleyeni adım adım yanıtın bileşenleriyle düşünmeye yöneltir. Yanıtlayan da bundan keyif duyar. Bu hevesle o soru akılda iyice işlenir. Uygulanabilir bir karşılık bekleme şansı artar. “Otoyoldan çıktıktan sonra kaçıncı kavşaktan dönsem?” sorusu, yanıtlayanı yol üzerindeki kavşakları bir bir gözünün önüne getirmeye, adeta aracıyla oralarda geziyormuş düşünü görmeye zorlar.


Bir de şunu unutmam: doğru soru yönlendirmez; beklenen yanıt için karşıdakini özgür bırakır. Hani, Amerikan filmlerinin mahkeme sahnelerinde olur. Sanığın katil olduğu kanıtlanmamıştır daha. Savcı, tanığa kimliğinden sonra ilk sorusunu sorar: “Katilin şurada oturan genç adam olduğunu nasıl anladınız?”. Sanığın avukatı olan kahramanımız ayağa fırlar ve diklenir: “İtiraz ediyorum. Tanığı yönlendiren bir soru”. Artık duruşma hakimi ne der, o da öyküye bağlıdır.

“İyi biçimlendirilmiş bir soru, salyangozların sırtlarında kabuklarını taşıdıkları gibi yanıtını da arkasında taşır.” demiş bir yabancı yazar. Öğrenileceklerin üzerinde gerçekten ağır bir örtü var ve bu örtü tam yerinden tutularak zarifçe açılacaksa, doğru ve iyi soruyu hakkıyla becerdik diyebiliriz.


 (*) https://www.telegraph.co.uk/news/uknews/9959026/Mothers-asked-nearly-300-questions-aday-study-finds.html

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Gülmeceli düşünmek hep birini sarakaya almak değil


Gülmeceli düşünmek hep birini sarakaya almak değil

Aziz Nesin’i canlı canlı konuşmasında bir kez izledim. 70’li yılların sonuydu ve Çağdaş Sahne salonunda, pür dikkat kesilmiş dört yüz kadar izleyici arasındaydım. “Mizah nedir? Söyleyeyim. Kimseye zararı dokunmayacak bir bağlamda, aklın beklediğinin tamamen dışında bir şeyle karşılaşması, o şaşkınlığa verdiği tepkidir.”. Her düşündüğümde, otomobil kalitesini tanıtmaya Japonya’dan Türkiye’ye gelen uzmanın öyküsü
 aklıma gelir. Japon uzman “Bizde bitmiş otomobilin su sızdırmazlık testi şöyle yapılır: bir kediyi içine kor otomobilin kapılarını kaparız. Beş saat sonra o kedi havasızlıktan baygın ya da ölü ise, araç testi geçmiş sayılır.” deyince bizim uzman atılmış:  “Biz de aynını yaparız. “ . Japon uzman, geleneğe uygun bulduğu bu duruma çok sevinir tabii. Kimbilir Türkler nereden öğrenmiştir bu yöntemi. Lakin bizimki devamla “Yalnız arabayı bir saat sarsarak sabırla bekleriz. Kedi o rahatsızlığına karşın hala araçtan kaçamadı ise araç testi geçer.”. 


Nesin’in dediğinden hareket edersek, her işin gülünesi yanını bulmak aslında güç iştir. Çünkü gülmek yalnız gevşeyip rahatlamak değil, zihnin şaşırtılması için, o an çizilen çerçevenin dışına çıkmayı gerektirir. Çerçevenin dışından bakmak, insanı bakış açısını değiştirmeye zorlar. Bu ise anlamayı, öğrenmeyi, hatta farkında olmadan üretmeyi bile getirir.

Cem Yılmaz’ın açık büfelerde yiyecek toplama parodisine bayılırım (
https://www.youtube.com/watch?reload=9&v=eZt-55eNEP0)
. Tabakları tepeleme doldurmak için anlattıklarında üst üste yığmayı bir inşaat yapımıyla benzeştirmesi harikuladedir.




Taban dolgusunu
Amerikan salatası ile çevresindeki ihata duvarını patatesle örmeyi önerir. Ağır çeken malzemeleri alta, hafifleri üste yerleştirmek de vardır. Yılmaz’ın bu işlem için statikten söz etmesi hiç yadırganmaz. Hatta statik ve ihata duvarı sözlerini her kullanışlarında gerçek uygulamacı teknisyenlerin zihinlerinde , eğer önceden Yılmaz’ı izlemişlerse, eminim bir görüntü beliriverir.

Gülmeceli düşünmek, yeri gelir,  başkalarıyla birlikte olduğumuz ortamlarda uyarılır. Böyle olduğunda, istenmeyen bir tatsızlık da olasıdır. Gülünesi şeyler bulup çıkarılınca, hemen “Beni sarakaya alma, dalga geçme!” diye itiraz edenler çıkar. Oysa gülmeceli düşündün diye, illa karşındakiyle niye dalga geçesin? Sarakada, kişiyi hafife almak, küçük görmek vardır. Halbuki gülmeceli düşünmek, ele alınan konuya bambaşka türlü eğilmekten ibarettir. Değersizleştirmek değil, tam tersine değeri yerli yerine oturtmaktır mizahın denizine açılmak. 

Firmanın birinde yönetim planını konuşurken “İşleri kadroya bölüştürelim derken, organizasyonu paramparça, un ufak etmeyelim” demiştim. Anında herkesi güldüren “Ya o undan yeni baştan hamur karıp, fırında farklı bir kek pişirirsek?” sorusunu duydum.  Kahkahalar arasında belki “Dur hele. Gerçekten olur mu başka kek?” diye bir esinti herkesin aklından öyle bir geçmişti. Yönetim planlama aslında tam da bunun içindi. Gülmece ile o işin mayası çalınıyordu.

Gülmeceli düşünmek, kinaye yani dokundurma demek de değil. Doğrudan söyleyemediğini dolaylı ima etmek başka, gülmeceye dalmak başkadır. Espriye diğerleri kadar kendini de katmak, içinde kendinin olduğu bir çerçeve ile sunmak, suçlu gördüğünü örtük anlatıyor olmanın ilacıdır. İtham etmek istemiyorsan, içten ol, kendini de kat!

Lisedeyken bir yıllık zorlu hazırlıktan sonra katılınan turnuva maçında bizden epeyi zayıf bir takıma elenmiştik. Herkes burnundan soluyordu. Antrenör (aynı zamanda harika insan, beden eğitimi öğretmenimiz) soyunma odasında, idam sehpasına çıkarken Karadenizlinin “Bu da bana bir ders olsun.” fıkrasını, “Bu da bize ders olsun.” diye anlattı. Ahmakça ve geriye dönüşü olmayan biçimde yenilgimizde kendisine de pay çıkardığını öyle güzel belli etmişti ki.

Amerikalı roman yazarı Leo Ronsten’in yeni öğrendiğim bir sözü var:  “Gülmece, bir şeyin içyüzünü anlamanın sevecen dilidir. “. Gülerken ve güldürürken hep birlikte işin aslının farkına varmak istemez miyiz? Ayıkmanın ne güzel bir halidir o!