Başkalarına ve kendimize günde ortalama kaç soru
soruyoruzdur? Meğer ne çok incelenmiş bir konuymuş bu. Hele çocuklar için.
İngiltere’de yaşları 2 ile 10 arasında çocuklu bin anneyle yapılan araştırma,
günlük ortalamanın 300 kadar olduğunu, 4 yaş ve altında kız çocuklarında ise bu
sayının 390 çıktığını göstermiş(*). Büyüdükçe soru sayısı, iyi ki, düşermiş
(yoksa ne yapardık?). Yetişkinlere sorulduğunda 5 ile 20 arası diyenler çıkmış.
Yine de her soru algılandığı kadarıyla yanıtlanır. Sorunun zihnimizde bir karşılığı olması gerekir. “Yalnızca yanıtını arayacak durumda olduğumuz soruları işitiriz.” Nietszche’nin sözüdür. Doğru şeyi soruyor bile olsak, yanıtlayacak kimsenin dünyasında yoksa eğer, iyi bir soru sayılmaz. Kapı numarasını arıyorsanız, bir posta dağıtıcısına sormak en uygunudur.
Bir soru dile getirildi ve eksiksiz işitildi mi tamamdır, iyi soruldu demek değildir. İyi soruların nitelikli bir bileşimi olur. Önce yanıtın beklenen ayrıntısı kararındadır. Ne çok fazla, ne de hiç yok denecek kadar az ayrıntı. Akıllı bilgisayara “Ne var ne yok?” diye sorulmuş da, o zavallı bilgisayarın homurdana homurdana çok ciddi arıza verdiği anlatılır. Tabii aslı yoktur, ders için yaratılmış kurmaca bir öyküdür.
Sorunun niteliğinde bir bileşen istenen ayrıntı ise bir diğeri açıklıktır. “En uygun…” diye başlayan sorular çoğunlukla kapalılığın örneği olur. Meslek, konut, iş ve eş için en uygunu sorulmaz mı, insanı ifrit eder. Kim için? Hangileri arasında? Ne amaçla? Ne pahasına?
Böyle kapalı kalmaktan başka, bir de soru bileşenlerinde netlik sorunu olur. “Semtin çöp, okul, güvenlik, komşu iletişimi sorunlarına çözüm en hızlı nasıl bulunur?”. Her biri ayrı konu ve ilgiliyi kapsayan karmakarışık bu yumakta ipin ucunu bulup çözmek çok güçtür. Soru dediğin, hedefinde net olmalıdır.
Bazı sorular vardır sonradan anlarız ki, bir şeyi öğrenmek değil, bir şeyi duyumsatmak için dile getirilmiştir. “Enişte! Küçükken de sen hep böyle suskun muydun?” sorusu daha ziyade yanıt beklenen kişinin ezikliğini, iş bilmezliğini, hatta pısırıklığını vurgulamaya yöneliktir. Bir hocamdan duymuştum; böylelerine, ‘retorik soru’ derlermiş. Konuşmaya destek, renk, hareket katmak amaçlı, gerçekte sorulmayan, sorma amacı taşımayan soru. Tabii bu tipte olanları, doğru soru sayamayız.
Aklından geçeni, bilinenleri belli ederek soru sormak gibisi yoktur. Sınav sorularında en çok karşılaşılan sıkıntı, nelerin bilindiği ile yanıtlanacağıdır. Neleri bilip neleri öğrenmek istiyoruz? İşte doğru soru olmanın temel taşlarından biri. "Daha çoğunu.." diye girdiğin soruda, neye göre daha dediğini, mihenk taşını ortaya koyman belli etmen gerekir.
Anlamayı destekleyen, zihni açan, en azından bir ‘tık’ daha berraklık sağlayacak, belki daha ileri soruları akla getirecek soru doğrudur. Soru soruldu mu, sanki bir makinedeki somun sıkıştırılıyor değil de, fide versin diye toprağa bir tohum atılıyor gibi olmalıdır. Doğru soru özünde bir tohumu taşır.
Sorunun değeri doğru olmasındadır. İyi biçimlenmesi de soruyu işler yapar. Değerli ve çalışır bir soru... Böylesi soru, karşıdakinin zihninde derhal parçalarına ayrılır. Küçük, birbirine bağlı düşünce bölümlerine indirgenebilir. Böylece soruyu dinleyeni adım adım yanıtın bileşenleriyle düşünmeye yöneltir. Yanıtlayan da bundan keyif duyar. Bu hevesle o soru akılda iyice işlenir. Uygulanabilir bir karşılık bekleme şansı artar. “Otoyoldan çıktıktan sonra kaçıncı kavşaktan dönsem?” sorusu, yanıtlayanı yol üzerindeki kavşakları bir bir gözünün önüne getirmeye, adeta aracıyla oralarda geziyormuş düşünü görmeye zorlar.
Bir de şunu unutmam: doğru soru yönlendirmez; beklenen yanıt için karşıdakini özgür bırakır. Hani, Amerikan filmlerinin mahkeme sahnelerinde olur. Sanığın katil olduğu kanıtlanmamıştır daha. Savcı, tanığa kimliğinden sonra ilk sorusunu sorar: “Katilin şurada oturan genç adam olduğunu nasıl anladınız?”. Sanığın avukatı olan kahramanımız ayağa fırlar ve diklenir: “İtiraz ediyorum. Tanığı yönlendiren bir soru”. Artık duruşma hakimi ne der, o da öyküye bağlıdır.
Yine de her soru algılandığı kadarıyla yanıtlanır. Sorunun zihnimizde bir karşılığı olması gerekir. “Yalnızca yanıtını arayacak durumda olduğumuz soruları işitiriz.” Nietszche’nin sözüdür. Doğru şeyi soruyor bile olsak, yanıtlayacak kimsenin dünyasında yoksa eğer, iyi bir soru sayılmaz. Kapı numarasını arıyorsanız, bir posta dağıtıcısına sormak en uygunudur.
Bir soru dile getirildi ve eksiksiz işitildi mi tamamdır, iyi soruldu demek değildir. İyi soruların nitelikli bir bileşimi olur. Önce yanıtın beklenen ayrıntısı kararındadır. Ne çok fazla, ne de hiç yok denecek kadar az ayrıntı. Akıllı bilgisayara “Ne var ne yok?” diye sorulmuş da, o zavallı bilgisayarın homurdana homurdana çok ciddi arıza verdiği anlatılır. Tabii aslı yoktur, ders için yaratılmış kurmaca bir öyküdür.
Sorunun niteliğinde bir bileşen istenen ayrıntı ise bir diğeri açıklıktır. “En uygun…” diye başlayan sorular çoğunlukla kapalılığın örneği olur. Meslek, konut, iş ve eş için en uygunu sorulmaz mı, insanı ifrit eder. Kim için? Hangileri arasında? Ne amaçla? Ne pahasına?
Böyle kapalı kalmaktan başka, bir de soru bileşenlerinde netlik sorunu olur. “Semtin çöp, okul, güvenlik, komşu iletişimi sorunlarına çözüm en hızlı nasıl bulunur?”. Her biri ayrı konu ve ilgiliyi kapsayan karmakarışık bu yumakta ipin ucunu bulup çözmek çok güçtür. Soru dediğin, hedefinde net olmalıdır.
Bazı sorular vardır sonradan anlarız ki, bir şeyi öğrenmek değil, bir şeyi duyumsatmak için dile getirilmiştir. “Enişte! Küçükken de sen hep böyle suskun muydun?” sorusu daha ziyade yanıt beklenen kişinin ezikliğini, iş bilmezliğini, hatta pısırıklığını vurgulamaya yöneliktir. Bir hocamdan duymuştum; böylelerine, ‘retorik soru’ derlermiş. Konuşmaya destek, renk, hareket katmak amaçlı, gerçekte sorulmayan, sorma amacı taşımayan soru. Tabii bu tipte olanları, doğru soru sayamayız.
Aklından geçeni, bilinenleri belli ederek soru sormak gibisi yoktur. Sınav sorularında en çok karşılaşılan sıkıntı, nelerin bilindiği ile yanıtlanacağıdır. Neleri bilip neleri öğrenmek istiyoruz? İşte doğru soru olmanın temel taşlarından biri. "Daha çoğunu.." diye girdiğin soruda, neye göre daha dediğini, mihenk taşını ortaya koyman belli etmen gerekir.
Anlamayı destekleyen, zihni açan, en azından bir ‘tık’ daha berraklık sağlayacak, belki daha ileri soruları akla getirecek soru doğrudur. Soru soruldu mu, sanki bir makinedeki somun sıkıştırılıyor değil de, fide versin diye toprağa bir tohum atılıyor gibi olmalıdır. Doğru soru özünde bir tohumu taşır.
Sorunun değeri doğru olmasındadır. İyi biçimlenmesi de soruyu işler yapar. Değerli ve çalışır bir soru... Böylesi soru, karşıdakinin zihninde derhal parçalarına ayrılır. Küçük, birbirine bağlı düşünce bölümlerine indirgenebilir. Böylece soruyu dinleyeni adım adım yanıtın bileşenleriyle düşünmeye yöneltir. Yanıtlayan da bundan keyif duyar. Bu hevesle o soru akılda iyice işlenir. Uygulanabilir bir karşılık bekleme şansı artar. “Otoyoldan çıktıktan sonra kaçıncı kavşaktan dönsem?” sorusu, yanıtlayanı yol üzerindeki kavşakları bir bir gözünün önüne getirmeye, adeta aracıyla oralarda geziyormuş düşünü görmeye zorlar.
Bir de şunu unutmam: doğru soru yönlendirmez; beklenen yanıt için karşıdakini özgür bırakır. Hani, Amerikan filmlerinin mahkeme sahnelerinde olur. Sanığın katil olduğu kanıtlanmamıştır daha. Savcı, tanığa kimliğinden sonra ilk sorusunu sorar: “Katilin şurada oturan genç adam olduğunu nasıl anladınız?”. Sanığın avukatı olan kahramanımız ayağa fırlar ve diklenir: “İtiraz ediyorum. Tanığı yönlendiren bir soru”. Artık duruşma hakimi ne der, o da öyküye bağlıdır.
“İyi biçimlendirilmiş bir soru, salyangozların sırtlarında kabuklarını taşıdıkları gibi yanıtını da arkasında taşır.” demiş bir yabancı yazar. Öğrenileceklerin üzerinde gerçekten ağır bir örtü var ve bu örtü tam yerinden tutularak zarifçe açılacaksa, doğru ve iyi soruyu hakkıyla becerdik diyebiliriz.
(*) https://www.telegraph.co.uk/news/uknews/9959026/Mothers-asked-nearly-300-questions-aday-study-finds.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder