5 Haziran 2022 Pazar

EMANETİN DEĞERİ

 Emanete iyi bakmak için Yasemin...


İki yaşında ayrılıp otuz iki yıl hiç dönülmeyen bir memlekete şöyle bir uğramak zorunda kalmış bir kadın. Yurtdışının iyi okullarında alınmış eğitimi, Batının en büyük metropollerinden birinde başarılı kariyer yolu, hayallerin biçimlediği hırsları ve yükselmekten başka dünyalara körleşmiş gözü ile yaşadığı onca yıl boyunca geride bıraktığı ülkesi ve yanındaki annesi dışında ailesiyle hiç ilişkiye girmemiştir Yasemin. Büyük serüveni Yasemin’i işte böyle bir noktada yakalamıştır.

Miras işlerini çözmek amacıyla Türkiye’ye anlaşılan Edremit körfezinin enfes bir köşesindeki dede evine bir iki haftalığına uğradığında geçmişin bütün sırlarıyla bir emanetin onu beklediğini bilmemektedir tabii. O emanette otuz iki yıldır hiç temas etmediği dedesi ve babaannesinin 60-70 yıl önce Hasanoğlan Köy Enstitüsünde başlayan inanı
lmaz öyküsü ve uzaklarda kendisine sorup durduklarının yanıtları ağır ağır belirmeye başlar

Bige Güven Kızılay geçmiş olayların ilginç örgüsüyle Yasemin’in dönüşümünün yol taşlarını döşüyor Emanet romanında. Köy Enstitülerinin yarattığı o dev aydınlanma hareketiyle yaşadıkları yere ve kendilerine bambaşka gözlerle bakmaya başlayan köy çocuklarının olgunluk çağlarında edindikleri ahlak ile Yasemin’in onbinlerce kilometre ve onyıllar ötesinden getirdikleri çatışır. 

O, yaşama sıcak bakmanın sevinciyle geçmişine hayıflanmalar arasında gidip gidip gelir.  Ama yazarımız iyiliğin içimizde bir yerlerde gömülü olduğunu öylesine benimsemiştir ki, Yasemin o iç dünyasını yaratanın zaten bu topraklar olduğunu ve  bunu yeni anladığına şaşıp kalır. “Arkamda bu denli iyilik bıraktığıma, bunlardan bu denli habersiz olduğuma inanamıyorum.” onun Emanet romanı boyunca yaptığı naif itiraflarından biridir.





Emanet romanının bir özelliği de, toplamdaki her birinin payını bilemesem de, kısmen belgesel, kısmen yaşanmış gerçeklik, kısmen de kurmaca katıştırılarak ortaya çıkmış olması. Yazar sondaki teşekkür metninde değerli araştırmacı-yazar adlarıyla yararlandığı belgeleri sayıyor. Bir şey daha yapıyor. Romanda kendi gerçek adlarıyla ya da farklı adlandırmalarla geçen kahramanların bazılarının yakınlarıyla kurduğu bağlantılardan söz ediyor. Bunlar Emanet’i özgün ve değerli kılan yanı olarak not edilmeli.

Roman dar bir mekanın dünyasında düz bir zaman çizgisini takip ediyor. Arada bir geriye dönük anlatımları hep şimdiki zamanın çerçevesinin içine sıkı sıkıya sığdırılıyor. Onyıllar öncesi anlatıldıktan hemen sonra o olaylara romanın şimdisinde yapılan müdahaleler geliyor.  
Tüm müdahaleler de anında geçerli oluveriyor. Bu, ister istemez olay zincirlerini tekdüze bir mekanikliğe indiriyor doğrusu.


 Romanın sizi alıp götürdüğü yerler az değil: sahiller, günbatımları, serin ağaç altları, düşkün semtler, sahil lokantaları, İstanbul Boğazı, okyanus ötesi metropolün gökdelenli işlek caddeleri, muazzam iş merkezleri. Ama buralar daha ziyade işlevsel. Öyküde bir gelişmeye ait özgün yerleri var ve o şemadaki görevi yerine getirip sahneden derhal ayrılıyorlar. Yalın anlatım, romanın idealize edilmiş (yani iyiler birer melek, kötüler birer ….) tiplemeleri ile de uyum içinde rahat bir okunurluk sağlıyor gerçekten. Yormuyor, merakla sarmalıyor. Beklenen sona doğru bir akışı ortalarından itibaren seziyorsunuz. Bütün iş, o akışın nerelerde kıvrımlar yapacağı, nerelerde dar dehlizlerde hızlanacağını bilmemek oluyor.


Emanet’te, bu memleketi kusurlarına rağmen, kötü insanlarına rağmen sevmek, güzel komşuluk, anılara, alışıldık tatlara yüzde yüz bağlılık gibi bugün ben gibilerin özlemle andığı içtenlik pınarlarından kana kana içmek var.  Doyuruyor mu? Hem de nasıl. “İmkansız sadece senin rızandır” özdeyişi ile “Kimse bakmazken sen kimsin?” sorusunun asıl ahlaki test olduğunu anımsatan net, adeta “kemiksiz” örnekler de çok hoşa gidiyor.

Bütün bu yaşandığı anlaşılan acılar, çekilen çileler için, “Nesi eksik ki bu mükemmelliğin?” sorusu ister istemez akla gelebilir. Öyle ya, madem kötüleri kendi haline bırakacağız ve kahrolasıcılar kendi çamurlarında boğulacaklar, iyiler de kazanacaktır; nedendir halâ iyinin egemen olamayışı? Sonlarda Yasemin’in yargısı, buna Bige Güven Kızılay’ında yanıtı olsa gerek. “Buradaki sorun, toplumun kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanları yaratması. Baştan buna engel olmak lazım.” 

Nasıl olacak bu Yasemin? Senin gibi, Bora gibi yiğit insanları bulup çıkarmakla mı? Yetmiyor ki. Engel olacak insanlara tek tek odaklanmaktan öte, engel olacak sağlam yollar, şaşmaz işlerlikte düzeni bulmak lazım. Bulmak da yetmiyor. Yerleştirmek, benimsetmek. Çünkü engel olmak için yola çıkacak yiğitler de sonuçta kendileri toplumun ürünleri ve diğer toplum ürünleriyle iş yapacak.








2 Şubat 2022 Çarşamba

Bir başlasın da...

 

Başlanıp bitirilmeyen ne çok şey var etrafımızda. Heyecanla başlamış ama yarım bile değil biraz yapılıp bırakılmış onca girişimi, işyerini, projeyi, ilişkiyi, oluşumu, grubu görüp de üzülmemek elde midir? Üzüntü iki nedenledir: başlamak için gereken emek ve özveri az değildir bir defa. Yazık! Yarım bırakılınca bir sürü şeye yazık olur, çünkü boşa gitmişlerdir. İkincisi, ileri atılım yapılacaksa çekirdeğinde bireysel öncüler, kafa yoran, gönül veren vardır. Günlük yaşayışlarının dışına taşan, fazladan uğraş veren, araştıran insanlardır bunlar. Bu az sayıdaki insanın başladıkları, erken çağında çürüyüp terk edilirse, başka alanlarda yeniye girişmek isteyenlerin cesareti gitgide daha derin kırıklarla ölür. İnsan ve toplum sorunlarını çözmek, arzuların daha çok yerine getirilmesi demek olan ilerleme tökezler; kimse zaman içinde rahat edilebileceğine inanmaz olur.

“Başlamak bitirmenin yarısıdır” denir. Doğru da, o, çekilecek zorluğun çoğunun başlangıçta olduğu anlamına gelmez.  Benim yorumum şudur: bitime varılabildiğinde başlanan niyetin ancak yarısının ele geçebilir. O da nasıl? Bitime erişebilinirse. Her işin asıl zorluğu başlandığı andaki beklentilerle sürdürülmesidir. Bitime doğru yol alınırken çoğu durumda başlanan niyetten gitgide hayal edilenden uzağa düşülür. Çünkü yürünen yolda akla gelmedik engeller vardır. Her engel, en baştaki umudu biraz daha kırpar, başlarken ne kadar özgün düşünürsek düşünelim her  adım bizi biraz daha olağan olana, herkesin yapmakta olduğuna, standarta yanaştırır; yenilik can çekişir, ağır ağır yok oluşa gider.  YA arzumuz? Çözüm? Başka bahara kalır. Tüketiciye sunmayı niyet ettiğiniz Hamsiköy sütlacı her yerdeki gibi daha çok nişasta kokmaya ve pelte kıvamında (ninem “titrek” derdi böyle sütlaca) olmaya,  yepyeni anlayışla yürüyecek emlakçiliğimiz gitgide komisyon pazarlıkçılığına dönüşmeye başlar. Oysa girişirken hiç de öyle olsun istenmemiştir.

Ya devamı getirme becerisine güvenimiz? İşte orası kuşkuludur.  “.. ama gözü yemiyor.” deriz. Göz organımız ile yemek eylemi.. Nedir bunun asıl anlamı? Arkasını göremediğimizi anlatmak isteriz, önümüzde dikilen koca bir sorun yığınının aşıp ardındakine gözle dahi erişemediğimizi vurgularız. Devamını getiremeyecetir. Her heves dolu başlangıç yapanın başına dağ gibi dertler gelir diye endişeleniriz.

“Hele bir başla sen.”. “Ah biri şuna başlayacak ki.”. Bir başkası başlasın da, sonrası nasıl olsa bizim değil, onun derdi olacaktır. Birilerinin başlamasına bunca düşkünlüğümüze karşın devamlılığa, sürdürülebilirliğe pek yüz vermeyişimiz nedendir? Bana kalırsa, yaşamın çetrefil ortamıyla başetmede yetersiz oluşumuz. Başlarken farklı, iş yürüdükçe bambaşka bir ortamda olunacaktır. İşin sırrı şuradadır: Öngörememek, hazırlıksızlık.. Başlanacak yerin bir “yerel iklimi” olduğunu anlamadan, dünyayı yalnız kendi hikayelerimiz ve düşlerimizden ibaret sanmamız.. Düşlere bir de planlama eşlik etse, ne iyi ederiz.

Ama gerçek anlamında plan. O planı yapamamanın gerisinde belirsizlik duygusu, örgütlenmesizlik ve eşitsiz söz hakkı, yani gerçek manada adil olmaktan kaçınma vardır. “Hele bir yola çıkalım. Kervan yolda düzülür”. Belirsizlik için çaremiz “Allah kerim!” dir. Oysa belirsizlik işbirliğiyle ve seçenekleri tek tek bulup çıkarmakla azaltılır. İşbirliği ve seçenekler yaratmak ise örgütlenmenin görev bölüşümü, farklı bakışları ciddiye almakla olasıdır.  Görev bölüşümü ve farklı bakışlara önem vermenin altında ne yatar? Eşitler arasında sözün ve karar almanın hakça dağılımı.

Başlamayı bekler olmak hep kurtarıcı arar yapıyor bizi.  Bir kurtarıcımız olsa ve nereden başlayacağımızı bir gösterse, gerisi gelir, evvelallah biz getiririz. Ama kurtarıcıyı beklemekle kalırız.  Kurtarıcıyı oluşturmak, planlamasında kurtarıcının işini kolaylaştırmak, başlangıcı bizzat ve elele yaratmak akla gelmez. 


Sakın burada anlattıklarım asla başlangıç yapmayalım  diye anlaşılmasın.

Diyeceğim şu: “Bir başlasın da” ile “Başlayayım bakalım” demek arasında dünya kadar fark var.
“Başlasın”, “Başlansın” yerine,  bunların tam tersine “Olur.   Başlayalım”, “Başlaman için ne yapabiliriz?”, “Dediğine başladık diyelim, haydi gel ya sonra konusuna  bir göz atalım.” ile yaklaşalım bence, olur mu?.