4 Kasım 2024 Pazartesi

Kötü Öğretilen İyilik

 İyi ile kötüyü ayırmak insanlığın çok eski sorunlarından biri. Çünkü tercihler terazisi yaşamın her anında bizimledir. İyi mi ediyoruz, yoksa fark etmeden kötülük mü? Nasıl, nereye bakarak ayıracağız?

2500 yıl öncesinden Aristo’da iyi, “kendisi için istenen” bir şey, kendisinden öte herhangi bir şeyin elde edilmesi için bir “araç olarak istenmeyen” şey imiş. İyi, amaçlanan olmalı, bir yere ulaşmanın yolu olmamalı diyor.

Bunu ahlak çerçevesine yerleştiren de olmuş. Kant’a göre bir şeyin iyi ya da etik olmasının en önemli şartı iyi niyettir. İyi niyetin temelini ise Kant tercihin ödev gereği yapılmasında görür. Ünlü filozofa göre bir eylemde “bütün insanlar böyle yapsa evren nasıl olur?” diye düşünür ve eğer olumlu cevap verebilirseniz bu eylem ödev etiğine uyuyordur.

İyiyi, hedefi sağlık olan seçim diye görebiliriz. Sağlıksıza karşı sağlıklının tercihi iyiliğin kaynağıdır. Nedir sağlıklı olmak? Hekim bir ana babadan hep duyduğum tanımı severim: Sağlık, bedenen ve ruhen toplumla, doğayla uyuma işaret eder. Sağlığına kavuşmaya ‘iyileşme’ deriz. Bu, sağlık ile iyinin bağlantısının en doğru işaretidir.

İnsan açısından iyi olmanın sağlık ile ilişkisi böyle. Uyumu ile uyumsuzluğu tartıya koyacağız ki sağlıklı olanı bulalım. Ya toprak, sokak hayvanları, vadilerdeki ağaçlar, deniz ve gökyüzü için, toplum için iyi nedir? İnsanlar için iyiyi seçmek, fiziki ve zihinsel uyumu istemek ise, canlı cansız bütün diğer varlıkların da fiziki varoluşları, yaşamı sürdürmeleri ve değişimlere verecekleri tepkilerle uyumu korumaları amaçlamak iyiyi belirleyecektir. Yani tartıya vurulacak olan yine uyumdur. Uyum var mıdır, kurulabilecek midir?


Uyum da uyum diye tutturmuşuz. Ya uyumsuzluktan doğan değişim, yenilik, devrimler? “Uyumsuzluk var öyleyse bu yapılan iyi olamaz” dersek hiç iyi yenilik, iyi değişim, iyiyi getiren devrim yok mudur? Burada uyumun ölçeğini düşünelim diyorum. Örneğin bir ülke coğrafyasına karşılık tüm evren. Elbette ülke ölçeği ile evren ölçeği başka başkadır. Buralardaki uyum da öyle başka başka olabilir. Ülkede uyum kültür, evrende uyum ise göksel cisimler üzerinden düşünülebilir. “Evren dünya merkezlidir” inanışıyla uyum sürdürülseydi, insanlık Kopernik Devrimini yaşayabilir miydi? Kopernik 16. Yüzyılda Batı’da, ülkesi insanlarıyla uyumlu kalmak yerine daha büyük ölçekli bir uyumun anahtarına yöneldi. Yerkürenin güneşe ve aya uzaklıklarının değişiminin fiziksel açıdan ancak dünyanın hem güneşin etrafında ve hem de kendi etrafında dönmesi ile uyumlu olacağını fark etti. Böylelikle Kopernik İki ayrı sağlıklı sonuca yönelmişti. İki ayrı iyiyi temin ediyordu. Birincisi evrendeki varlıkların bilgisiyle büyük ölçekli bir uyumu, ikincisi bu bilginin yayılmasıyla astronomlardan başlayarak yeni fikrin zamanla toplumun daha geniş (resmi ve sivil) kesimlerinde kabul edilmesi ile yeni bir uyumu temin etti. İleriye, gerçeğe doğru her adım, uyumu artıracağı için iyilik adayıdır. Bağnaz bir topluluğa uyumsuz olup açık düşünceyi içtenlikle savunmak da, zaman içinde daha büyük topluluklardaki insanları birbiriyle ve daha geniş doğayla uyumlu kılmak da iyinin işaretini taşır. Çünkü daha büyük ölçekli uyumu, oradaki sağlığı hedefler.

Buradan yola çıkarsak kötü için bir şeyler söylenebilir. Sağlıksız olana dönüşecek, toplumun, doğanın, insanlar arasındaki ilişkilerin uyumunu artırmayıp tam tersine zayıflatacak tercihler iyilikten uzaktır, kötüye eğilimlidir. Yalan kötüdür: başkalarının gerçek ile uyumuna zarar verir. Nefret yaymak kötüdür: bütünlüğün uyumunu bozmayı hedef alır. Adaletsizlik kötüdür: ele geçen hak edilen, razı olunan değildir ve bunu fark edenlerin endişe etmeden, özgürce, diğerleriyle uyumlu davranma ortamını yok eder. Eşitsiz rekabet kötüdür: kapasitesiyle aslında gelişebilecek olanların önlerini tıkayarak kendilerini gerçekleştirme arzularını köreltir,  böylece insan olmaktan gelen ihtiyaçları karşılama uyumuna engel olur. Ama her kötü, orta yerde, yalan, nefret veya adaletsizlik kadar apaçık durmaz. Her zaman erkenden akla gelmez, fark edilmesi zaman alır. Daha vahimi böyleleri iyilikmiş gibi görünür. Böyle işlere iyilik yapıyorum diye girişilir. Duymuş olanınız çoktur: “Çok iyi niyetle başlamıştık. Sonu neye vardı!”. Bir de “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.” denir ya, öyle doğrudur ki.

Bütüne bakmadan, dar bir açıdan iyi görünen, gerçeğin geniş ufkunda bambaşka sonuçlar verebilir. Çocuklar doğa dostluğunun iyiliğini görsünler diye ağaç dikmeye yönlendirilir. Sonra benim gibiler, yaş aldığında bulduğumuz boşluğa elimize geçen fidanı dikince keyif alır oluruz. Bunu yaparken uzakta kalmış bitki örtüsüyle, oraya önceden dikilmiş fidanlarla, iklim ve zararlılarla, yeraltı kanal şebekeleriyle, imar ve kentleşme düzeniyle uyumu ne kadar gözetiriz? Oysa fidan bu bütünün içinde yaşayacaktır. Uyum, bütün içinde sağlıklı kalmayı gerektirir.

Her şeyi kendini tarif eden çerçeve içinden, bağlantılı olduğu diğer şeyler üzerinden anlamamız esastır. Bağlamından kopuk ele alınırsa, çok iyi bildiklerimiz bile doğru olmayabilir, sağlıklı kalmayabilir. Keyif almayı düşünün örneğin. Alınan keyfin iyi olup olmadığı bağlam ile değişebilir. Enfes bir yayla manzarası karşısında dinlenen, günlük sorunlarını çözmüş biri olup keyif almak da, anlık keyif aldığı maddenin bağımlılığı ile çevreden koparak ağır ağır kendini zehirlemek de vardır. Yani iyi olmak bağlamla da ilgilidir. Çalışkan olmak hep iyi diye övülür. Fakat ne adına çalışmak, ne gibi bir çerçeve içinde kalarak ter dökmek? İğne ile kuyu kazarken arı gibi çalışkan olabilirsiniz. Ancak bunu sağlıklı, hedeflenen sonuç ile uyumlu bir eylem saymak olanaklı değildir.

Öğretmen bir gün sınıfına dönüp “Pislik nedir?” diye sorar. Öğrencilerin yanıtları çeşitlidir, ama hiçbiri tam olarak onun istediği değildir. Öğretmen “Pislik olmaması gereken yerde bulunan maddedir. Bakın arkadaşlar, yemeğin suyu ekmek banarken pislik değildir, ama bembeyaz gömleğinize damladığında..” sözleriyle anlattığı terimi açıklar. Koşullar, bir tercihin sağlıklı olup olmadığında etkilidir. Bize anlatılır ki, karakterde tutarlılık iyidir. Tutarlı karakteri olanlara güvenilir, saygı duyulur. Tamam da, kırk yıl geçse dahi bildiğinde milim kıpırdamamak mıdır tutarlılık? Değil. Sağlıklı olan, neleri hangi koşullarda ısrarla savunacağını anlamak olduğu kadar, koşulları sürekli izleyip zaman zaman başkalarının fikirlerini içtenlikle almak ve gereğini yapmaktır. Yaşam ilkelerinde, duyarlıklarında tutarlılık ile atılacak adımlardaki, uygulanacak yöntemlerdeki tutarlılık bir olamaz. Koşulları incelemeyi bilmeden tercihin iyi yönünde olması güçtür.

İyiyi öğretmek, iyiyi yaymak, iyiyi baş tacı etmek isteriz. Gece gündüz demeden buna gayret edenimiz çoktur. İyi için ne çok özveride bulunulur bilirsiniz. Bunu yaparken bütünselliği yani etkileşimi yakalamazsak, iyiliğin hangi bağlamda yani ne gibi bir senaryoda geçerli olacağına değinmezsek, koşulların değişebildiğine yani dinamiklere, belirsizliklere dikkat etmezsek elde edilen her sonuç durumun sağlığına yaramaz. Hatta zararlı bile olabilir. Bu endişemize karşın eğri oturup doğru konuşalım: bu iyiyi bulma işinin zorluğunu itiraf etmeli. Bütünü, bağlamı, anlık koşulların getirdiğini dikkate almak pek zahmetli olabilir. Onca özeni göstermek hazırlık ister, plan ister, kendini eleştirmeyi ve başkalarıyla örgütlü davranmayı ister. Gerekenleri ıskalayıp yükten kurtularak iyiliği kötü öğretmek öyle kolaydır ki, insan iyiyi anlatacağım derken…

Yazıda geçen Aristo hakkındaki bölüm filozofunyolu.com sitesinden, Kant hakkındaki bölüm antalyatabip.org sitesinin İyi Niyet ve Ödev Ahlakı sayfasından alınmıştır. Kopernik Devrimi e-dergi. tubitak.gov sitesindeki bilgilere dayandırılmıştır.


15 Haziran 2024 Cumartesi

Tempo yalnız el çırpmak değil

İlkokul çağında pek de uzun boylu düşünmeden şiir yazasım gelmişti bir gün. Aklıma eseni o günlerimde ağır ağır düzelterek

 Tık tık eder durursun 
 benim cici saatim
 ama geri kaldın mı 
 kötü olur şu halim


yapmıştım. Durduk yerde saat de nereden çıkmıştı? İlk kol saatimin alınmasına daha dört yıl vardı. Galiba şundan: Kurmalı saatlerin çalışmalarına bayılırdım. Babamın Hislon marka kol saati vardı. Komodinin üzerinden kaptım mı kulağıma dayardım. İşittiğimde o düzen hayranlık verirdi. Yahu küçücük avucumun içindeydi işte.. Olan bitene aldırış etmeden biteviye işleyen, kendi halinde, kendine yeten minyatür bir dünya. Bugün anlıyorum ki, o kurmalılar işleyişlerinin mükemmelliğinin yanında bir de çevre dostu imişler; ne pil istelerdi, ne de kimyasalları.

Sonra zamanın kısa ya da uzun ama eşit parçalara bölünmesi ve tekrarlar ile karşılaşır oldum. Pek çok çeşitlisi vardı.  En başta, hani vardı ya,  bayramların resmi geçitlerinde. Önlerinden geçen okulları valinin, belediye başkanı ve kolordu komutanının ayakta selamladığı portatif tribüne yaklaşırken, sol ayak ile bandonun davulunun uyumu... Hep aynı ayağım yere değdiğinde, tam o anda, duyduğum “Güm”ü hep özlerdim, hala da özlerim. Anlayamadığım bir nedenle bana ailenin dışında, kendi başımayken de var olabilecek farklı bir güven, bir aidiyet duygusunuı tekrar tekrar tattırırdı.

Tempo tekrardır. Ama yankı gibi bir tekrar değil. Aynı fıkrayı defalarca anlatana “Yine mi?” demede akla gelen tekrar (“Off yaa”)  gibi değil.  Ölçülüdür. Tempo zaman üzerinden bir ölçünün tekrarıdır.  Arı kanadını saniyede 250 kez çırparmış, kuşlar ise yalnızca 25 kez. Uçarlarken arılarla kuşlar aynı süreyi iki ayrı ölçüde bölerler, hem de on kat farklı ölçülerde.

Tempoda ölçü ve tekrarın yanında bir şey daha zorunludur: hareket. Arı kanadını yukarıdan aşağıya indirir, tokmak davulun derisine değer, saatte pandülün yardımıyla gidip gelen dişliler birbirine vurur, sis içindeki Bolu Dağında yol kıyısı işareti sarı renkte parıldar ve söner. İnmek, değmek,  vurmak, parlamak… Kısacası hareket. O yoksa, eylem olmadan tempo da olmaz.

Düzeni ve hareketi duyularımızla algılarız. Vücudumuz kimyasındaki ufak değişikliklerle yanıt verir.  Bu ufak değişiklikler, tekrarlar sürdükçe birikir. Bir noktada duyguları tetikleyecek düzeye erişir. Tempo  yeterince devam edecek olursa uyarılır, kiminde korkar, kiminde heyecanlanır,  heveslenir, hatta sevinç duyarız.

Korku salan tempoları da unutmamalı. Filmlerde izleyici bunlarla nasıl gerilir bilmeyen var mı? Tehdit algılamadığımız uygun tempoları düşünelim şimdi. Beden hareketleriyle uyacak olursak daha da hoşumuza gider bunlar. Çünkü vücuttaki kimya değişikliğine yeni süreçler katılır. Yeni katılan kıpırtılar eskilere uygun adım eşlik etmeye başlamıştır. İşittiğiniz tempoya başınızı öne arkaya sallayarak eşlik edin, bir de başınız sabit tutarak yalnızca tempoyu dinleyin. Farkı anlayacaksınız.

Sahneden yükselen “Haydi tempo!” sözüyle ne yaparız? Elleri birbirine çarparak düzene uyarız. Biraz daha ileri gidip sallanır, yanımızdakilerin omuzlarına değer, ayaklarımızı usulüne göre yere vurmaya  başlarsak aldığımız haz artacaktır. Haydi bakalım.. Dansa bir adım kalmıştır. O büyülü hareketlenmeye, dansa, çok yakın yerdeyizdir artık.

 Kitleleri tempo ile coşturmanın pek çok   örneği var.  Karnavalların, festivallerin,   barışçı kitlesel gösterilerin bir tempo   eşliğinde sokaklarda akan o rengarenk   ahengini keyif alarak izlemek gibisi   yoktur.

  Tempo, birlikte olmanın, pay almanın   coşkusuyla sınırlı değildir.   Özgüveni     artırmak yoluyla yaratıcılık   ve verimi   olumlu etkiler. Dinamik olmayı, hareketli kalmayı teşvik eder. Zorlanmanın verdiği güçlük daha az duyulur. Tempo ile yapılan jimnastiği düşünün. Diğer zamanlarda olsa kolunuzu, bacağınızı ağrıtacak esnetmeler kolayca yapılabilir, hem de defalarca, değil mi? Tempo işini görmüştür.


Tempo ile hızlı olmayı karıştırmamalı. Futbol karşılaşmalarını anlatanlar bazen bu hataya düşüyor. “Beşiktaş tempo yapınca kazandı.”. Tuttuğum takımın kazanmasına sevinirim elbette, ama artan hıza tempo denilmesine sevinemem. Tempo başka. Daha çabuk olunmuş, oyuncular her dakika daha çok yer değiştirmiştir. Fakat ayaklar arasında gezinen top saatin tıklamaları gibi gidip gelmemiş, kaleci topu elinden (ya da ayaklarından) hep aynı sayıda adım atıp çıkarmamıştır ki buna tempo diyelim.

Temponun düşüğü de olur, yükseği de. Askerin matem temposu adımlarıyla heybetli, kararlı bayram töreni geçiş adımları bunların örneğidir. Yaşamımızda asla temponun olmadığı zamanlar gibi, çok düşük, ortalama ya da yüksek tempoda geçirdiğimiz anlar vardır. Tabii yaklaşık tempolar, yani tamı tamına olmasa da birbirine yakın uzunlukta zaman ölçüleriyle tekrar edilenler olur.  Düzenli uyku uyuma alışkanlığı örneğin. Uyanık ve uykuda geçirilen süreler günden güne aşağı yukarı aynı tutulursa, bir uyku-uyanıklık temposu yakalanmıştır diyebilirim.

Peki, herhangi bir tempo, asgari kaç kez tekrar edilirse oluşur? İki üç, ya da dört tekrar yeter mi? Bence tempoyu kararınız belirler. Hangi faaliyete, ne gibi sonuç için yaşamınızın bir bölümünü ayırıp karar verdinizse onun süresince yapılan tekrarın sayısı esastır.  O yüzden kişiden kişiye, konudan konuya, o yaşam diliminizin koşullarına göre değişir.

Diyelim bir kitaba başladınız. İlk birkaç sayfadan sonra örneğin “Günde yaklaşık 25 sayfa” kararı temponuza ilk biçimini verecektir. Belki ilerledikçe pek kolay olmadığını görüp “Haydi diyelim 10-12 sayfa” yapabilmeniz elbette olanaklı. Önemli olan neyi ne kadar yapacağında kararlı olmaya alışmak ve onu kararın konusu bitinceye dek sürdürmek.

İmalat, madencilik, nakliye  işçilerine, işin zorluğuna göre, iş tamamlanıncaya kadar düzenli aralarla mola verilmesi önerilir.  Çünkü çalışanlar her seferinde bir dahaki molaya kadar daha kolay motive olacak, yorgunluk az da olsa atılacaktır, hele bir doyasıya nefeslenilsin.

Tamamı temposuz geçirilen bir ömür var mı, varsa nasıl olur? Bana sorarsanız, yaşamı tamamen rastlantılara bırakmak, hep fırsatları kollamak, kendini başkalarının iradelerine bırakmakla temposuz olunur. Oysa tempoyu yapılabilir mi diye denemeli, farklı tempoları tanımalı, kullanabilmelidir insan. Tempoyu sorgulamak, farklı tempoları denemek faaliyetlere (ve dinlenmelere) renk katar, yaptıklarımızı tek tek ayrıştırarak daha yakından anlamayı, daha sağlam değerlendirmeler yapmayı sağlar.

Örgütlerin yaşamında da temponun önemi yadsınamaz. Son günlerde hep duyar olduk: Ayda bir kez saatler boyu süren Halk Toplantısı yapan ilçe belediye başkanları var. Temsilcilerin her dönem dönüşümlü görev aldığı meslek örgütleri, iki haftada bir faaliyetlerini, proje gelişmelerini, gönüllü görevlendirmeleri üyelerine ayrıntılarıyla duyuran, her sabah temizliğini nöbetleşe yapan  dernekler var.  Her Cumartesi günü yönetici, öğretmen, hizmetliler ve öğrencilerle düzenli özeleştiri yapan Köy Enstitüsü geleneğini biliyoruz. Güven yaratan bu tempolu tekrarlar, aidiyet, plan yapma, değerlendirme, yenilikçilik  ve geliştirmenin temel taşlarıdır.
 
Tüm yaşamımız tempolu olsun demek istemiyorum. Robotlarmışız gibi yaşayamayız. Asla yoktur böylesi. Ama şunu bilelim: Tempolu geçirdiğimiz süreler yaşamı makineleştirmek değil, irademizle hareket etmeye güç katmaktır. Çünkü kendi kaderimize hakim olmanın bir bölümü tempo kararlarmızdan kaynaklanır.

Benliğimizi güçlendirmek, adım adım bölüklerde doğru değerlendirmeler yaparak geliştirmek için kendi tayin ettiğimiz tempolu aralıklara yaşamımızda daha çok yer verelim.   Kendimize karşı adil olmak için benliğimizin irade oluşturma özgürlüğünü, bir süreklilik içinde adım adım uygulama disiplinimizi kuralım. Örgütlerde tempolar yaratıp güveni, bağlılığı tempoyu birlikte oluşturmak ve mutlaka sadık kalmakla sağlamaya bakalım. Bunu yapmak, yaşam çekirdeğimize yerleşik kişisel ve örgütsel hukukumuzu geliştirecektir. Tempo bu hukukun usule dair  yanıdır. Usul önemli. Çünkü usuller araçlarımızı verir. Amaçlara ise ancak doğru seçilmiş araçlarla varılabilir. Zaten hukukun temel prensiplerinden birine göre  “Usul esastan önce gelir.” miş. Ne doğru!..

7 Mayıs 2024 Salı

VİCDANA BIRAKMAK*

Her birimiz birer ‘vicdanlı insan’ olsak adil bir dünyada rahat yaşar mıyız? Bazılarının vicdanı kara da çektiğimiz her şey “kara vicdanlı”lardan mı ötürüdür?

Vicdan, insanlığın hep merakla ve çok önemseyerek üzerinde durduğu bir konu olmuş. Dönüp tarihe baktığımızda vicdan için akıl ve ahlâk temelinde felsefi, bazen de kâh dini kâh politik amaçlarla pek çok yorum getirilmiş.Onu, ilahi kudretin verdiği bir yeti olarak görenler olmuş.

Vicdanın üzerindeki gizem perdesini kaldırmak gerek. Çünkü vicdan öteden beri sorular sorulacak ve derinlemesine sorgulanacak bir kavram olmak yerine erişilmez düzeylere yüceltilmesiyle biliniyor.

Vicdan, önem verilen konularda içte yansıyan yargılamalardır. Yani kişinin kendiliğinden, öz ahlâki değerleriyle dolaysız bir biçimde yargılamasını sağlayan iç yetisi. Bir de kişiyi bunu yapmaya yönelten (motive eden) iç duyu imiş. Kişinin kendi edimlerini, tüm yapıp etmelerini ahlaki bakımdan yargılama yetisi vicdandadır. Bir başka ifadeyle vicdan, içimizin bilinci, kendi derinliğimizin bilinç düzeyidir derler.

Vicdan aracılığıyla kendimizi içimizde bir yargıç var gibi değerlendiririz. Burada birey, biri eyleyen diğeri o yaptıklarını izleyen iki kişi gibi oluverir. Siz hiç ayna karşısında ve etrafta kimseler yokken, ufacık ve bazı bazı da olsa kendinizi yargıladığınızı fark etmediniz mi?  İşte bununla, tam olarak antik Yunandaki vicdan kavrayışını yansıtırmışız biz insanlar. Vicdan bir de ahlâkın bireyin kişiliğini doğrulayan yanı. Benliğin işidir diye vicdanın başvurduğu ahlâkın her şeyiyle içimizden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Dışımızın hem ahlâkı oluşturmada hem de onun kurallarıyla yargılama yapmamızda derin etkisi var.                                     

(Fotoğraf : https://imgflip.com/memetemplate/120274857/man-yelling-at-mirror)

Bakın hepimizin mutabık kaldığı toplum sözleşmemiz dediğimiz anayasa ne der: “Hâkimler, .. anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” . Böyle diyerek yargıçların esas olarak vicdani tercih yapmalarını ister anayasa. Fakat bunu yaparlarken  kendi dışlarında belirlenmiş olgulara uyumlu olmaları, yasa ve hukuk bilgisine başvurma zorunluğunu belirler. Örneğin yasaların güvencesi altındaki hayvan haklarını düşünelim. Bir yandan sokak hayvanları çocuklara korku salıyorlar, insanlara tehdit olarak görülürler. Yargıçların  ve kamunun vicdanı bunu hoşgöremez. Sokakları bu hayvanlardan arındırmak vicdanın bir yanına doğru gelebilir. Öte yandan vicdanın bir de “Canlı bunlar. Yazıktır. Yaşasınlar, ama insanlardan uzağa, kırlara sürelim.” diyen sesi duyulur. Ya yasalardaki durum? Sokak hayvanlarından, onların canlarına kıyarak, ya da onları alıştıkları, karınlarını doyurabildikleri yerlerden uzaklaştırıp zorla kırlara bırakarak kurtulmaya izin verilmez. Yargıçtan vicdani hükümünü bunları söyleyen yasalara uydurması beklenir. Yani dışarıdan gelene de açık olacaktır yargıcın vicdanı.

“Dışarısı” demek diğerleri demek. Diğerleriyle etkileşim vicdanımızı biçimlendirmede etkilidir. Yaptıklarımıza karşılık gördükçe davranışımızın kabul edilip edilmediğini anlarız. Vicdan başkalarını izleyip tercihlerini anladıkça da oluşur. 

Ama araştırmacılar, bu dışarıdan etkilenme her birimizde aynı sonucu yaratmaz diyor. Yani vicdan, eninde sonunda yansız, dosdoğru, her akıllının varacağı aynı neticeyi verecek sanmayalım. Vicdana seslenmek, yaptığımız ettiğimize ahlâken haklılık kazandırmaz. Çünkü onun asıl işi kendi tutumuzu iç dünyamızda savunmak, haklı buldurmaktır. Vicdan, ille de başkalarını eylemimizin doğruluğuna ikna etme zorunluğu taşımaz. Vicdanın hepimizin ortak doğrusuna (neyse o artık!)  yönelik olduğunu düşünmeyelim. O yüzden, başta kulağa hoş gelse bile, Ankara Emniyet Müdürlüğünün dış duvarında yazan “Herkesin polisi kendi vicdanıdır.” sözüne inanmakta zorlanırım. Çünkü vicdanlarımız üzerinde süzülüp gelmiş izlenim ve değerler, bizlere özgüdür. Vicdanımın el verdiği bir şey, diğerine ters gelebilir. Üstelik bunlar duygularda sabitlenecek kadar çok defa tekrarlanmıştır, güçlüdür, kolay değişmez.

Vicdana kaynaklık eden bireysel ahlâkımızın, zaman içinde, kendimizin ürettiklerinden çıktığı fikrine daha çok eğilimliyim. Bu anlayışa göre büyük oranda içinde yoğrulduğumuz kültürün ve yetiştirilişimizin kazandırdığı yargılama yetimiz durmaz, gelişir. Yine nörobilimin kanıtlarıyla desteklenen bu fikre bakılırsa, yetideki gelişme, akıl yürütmeden ziyade sezgi kaynaklıdır. Ayrıca duygularımızın etkisindedir. Bundan ötürü öncelikle vicdana dayanarak doğrudan iyilik geleceğini beklememeliyiz. Ondan sonra diyalog, kanıtlama ya da topluluk iletişimi yollarından ziyade, vicdanı oluşturmada sezgi ve duygulara hitap eden yolları benimsemeliyiz. Ne ki o yollar? Bence onaylanma, doyum ve ödül. Bunlarla içimizde bir kıpırtı olur. Dışarının içimizdeki yansımalarına kalmıştır iş.  Alın örneğin suçluluk duygusunu. Gelişimsel psikoloji çalışmaları bir şeyi göstermiş: Kabahate yönelmemizi engelleyen bu duyguyu ateşleyerek kendi kendimize verdiğimiz değeri düşürmek, vicdanın işi imiş. Suçluluk duyacaklarımızı yapmamak. Kendimizle gururlanmak, doyum elde etmek buradan geçiyor o halde.

Düşündükçe aklıma gelir: vicdan yalnızca kabahat işlememizi engelleyen yargılarımız değildir. Olumlu, sağlıklı tutum almanın gerisinde de vicdan olabilir. Yani yanından geçip gitsek, hiç elimizi uzatmasak pek bir şeyin fark etmeyeceği şeyleri iyiliğe yöneltmek, düzeltmek, güzelleştirmek de vicdanla ilgili. Kaldırımın ortasına fırlatılmış boş pet şişeleri, içi boşaltılmış koca boy çerez paketlerini, rüzgarda uçuşan poşetleri kaldırıp atık kutusuna atmasak kabahat mi olur? Hayır, ama öyle değil işte. Bir an, ambalaj atığının ne anlama geldiği bilgisi ile “yerdeki kirliliğe el uzatmamak gerek”, hatta “işin mi yok!” diyen bilinç karşılaşır.  Kabahatimiz yoktur, kimse hesap soracak değildir. “Yine de böyle olmamalı” diyen iç bilinç yargılaması ile tutar o atığı yerden alırız. Bunu yaptıranı soran olursa, ben “Vicdandır arkadaşım” diyorum.

Bu dediğim, düşeni kaldırmak, görme engelliyi karşıya geçirmek, askıda ekmek uygulamasına katkı gibi şeylerle sınırlı değil. Onlar yardımdır. Elbette onlar da vicdanın işidir. Ama onlardan gayrı vicdanla yaptıklarımız var. Başta dayanışma gelir bence.

Dayanışma, ortak davranırken bugün elde edilebilecek çıkarı gelecek yıla ertelemeyi, kişisel yararın azlığını bile bile göze alarak başlar. “Kaz gelecek yerden pilici esirgememek”ten uzaklaşmaktır. Dayanışmada bir iç huzur, bazen kelimelerle anlatılamayacak bir rahatlama, ortaklaşma hazzı duyarız. İşte onu yaptıran vicdanın kendisidir. Üstelik yukarıda dedik ya, sonunda ele geçen onaylanma, doyum ve gönül ödülleri sayesinde dayanışma, vicdan üzerinde çalışır, onu işler, yeniler, değiştirir.

Komşuluğu da böyle görelim. Bir tek karşı kapıyı çalıp dönüşünü beklemeden bir kase aşure vermeyi değil.  Daha çoğunu, daha fazlasını. Mahalle, semt ortaklığı komşuluğundan söz ediyorum. Eğer komşuluğu onaylar, komşuluğun vereceği doyumu artırır, ödüllerini çoğaltırsak tutumlarımız vicdanlara bırakılacak noktaya gelir. Gözünüzü kapadığınızda karşıdan karşıya geçen kim olursa olsun yol veren sürücüleri, susuzluk çeken ağaç fidanına evinden su taşıyan sokak sahiplerini, aracını tam köşeye park etmeyip dönüş yapanın görüşünü tıkamayı kendine yediremeyenleri, kirletmemeyi benimsemişleri hayal edebilirsiniz. Bunlar çoğaldıkça öteki vicdanlar da topyekûn düzelmeyi cevapsız bırakmaz.

Yaşantımızda olanlar vicdana bırakmaya değmesine değer, ama vicdanı nasıl oluşturuyoruz? Işte yapacağımız buna hak ettiği özeni göstermek.

* Bu yazıda Stanford Felsefe Ansiklopedisinden yararlanıldı https://plato.stanford.edu/entries/conscience/