7 Şubat 2014 Cuma

İdeolojisiz hizmet, yumurtasız omlettir

Halk ideoloji değil, hizmet istiyormuş. İdeoloji bir kenara konur, "tarafsız hizmet" amacı güdülürse, evvelden hizmet alamayanların yüzleri gülermiş. Nedense bu bana,  "Bize plan değil, pilav lazım." diyen 60'lı yılların başbakanını anımsatıyor. O başbakana bakılırsa geleceği öngörmek, hesaplı davranmak, yapılacakları ve tercihleri bir bütün içinde ele almak değil, bulduğun kadarıyla karnını doyurmak, ne yapıp edip yiyecek bulmak isteniyordu.

İnsanoğlu en yakınından yola çıkarak git gide daha uzaklarda olan bitenin farkına vardıkça insanca yaşar. Diğer canlılardan insanı ayırdığı söylenen ne varsa, hepsinde dış dünyanın yorumu gizli: alet yapması, gülmesi, sembollerle düşünmesi.  Jose Saramago'nun Körlük romanında, bir kişisi dışında tüm bireylerinin hızla kör olduğu bir toplum anlatılır. Neden doğduğu anlaşılmayan bu felaket sonucu bir anda insanlıktan çıkan bu topluluk, en temel gereksinimlerini yani yemeyi, uyumayı, temizlenmeyi bile beceremediklerinden büyük bir çöküş yaşanır. Birbirine düşman kesilir insancıklar, ilkelleşiverir. Kolayına hırsız, tecavüzcü, katil olurlar. Örgütlenemezler, yaralarını sağaltamaz, kendilerini koruyamazlar.

İnsan olmak her şeyden önce farkına varmayı gerektirir. Farkına varmak anlamları doğurur. Anlam da, bilginin özünde taşınan değeri. Bilgilendikçe anlamlarla tanışıklığımız artar. Ya bilgiyle tanışıklığımız nerede gerçekleşir? Bilgi denince  akla hemen okul, bilim, belki de bilgiye erişim gelir. İyi de, bilgi yalnız bilimden, nesnel, yöntemli ve akılcı çalışmadan  mı kaynaklanır? Her şeyin anlamını, ağır ağır biriken, arada bir ters yüz edilmek zorunda kalan bilimden  öğrenebilir miyiz? Hayır, bunu bekleyemeyiz.

Her açıklama, dayanakları sağlam ve herkesin tartışmasız kabulleneceği kuramlarla yapılamaz. Ya arşivlerden, küçültülmüş bir alana sıkıştırılmış terabaytlardaki verilerden? O da yeterli olmaz. Tüm insanlık tarihini ezbere ve doğru bilebilsek bile, bütün bu yaşanmışlara bakıp da, bir daha büyük bir dünya savaşının olmayacağı, isteyen herkesin iş bulabildiği bir dünyanın gerçekleşmesinin olanaklılığı, toplumsal gelişmenin temelinde kaliteli eğitimin yattığı veya gelir eşitsizliğinin sürekli kötüleşeceği anlamı çıkar mı? Kesin biçimde söyleyemeyiz. Kimi deneyimlerimiz bir türlüsünü, kimisi tam tersini gösterir. Anlam vermek böyle konularda çok zorlar bizi.

Allahtan her şeye anlam vermek zorunda kalmadan yaşayabiliyoruz. Dünya savaşıymış, Bengladeş'in gelir düzeyiymiş, karıncaların koloni yaşantılarının hangi nedenle oluştuğuymuş, pırlantanın kıratının nasıl öğrenildiğiymiş anlam veremesek de çoğumuzun umurunda olan şeyler değildir.

Ama başkalarıyla ilişkimizde, yaşamımızı kazanmada,  kabahati  başkalarında görmede, bir şeye "İşte adalet budur" demede illa ki anlamla, farkına varmak gereğiyle baş başa kalırız. Bunların hepsinde "Yahu, ne var da, böyle oluyor ki?" diye başvurduğumuz açıklamalara gerek duyarız.  Aradığımız temel dayanak ideolojide saklıdır. "Nazar etme ne olur, çalış senin de olur." bir ideolojiyi yansıtır. Özetle çok çalışmanın sonunda her şeyi elde edebileceksin anlamına gelir. "Eşitlik ne demek? Beş parmağın beşi bir mi?" de öyle. Eşitlik olsun diye çırpınmanın anlamsızlığına değgindir. "Aklın yolu bir." deki anlam yani olan bitenin açıklaması nedir? Değişik şeyler düşündü isen, henüz aklın göstermesi gereken o tek doğruyu bulamamışız anlamına geliyordur, çünkü akıl eninde sonunda o tek olanı bulacaktır.

İdeolojiye hafiften de olsa yaslanmaz isek, kendi içimizde bir huzursuzluk duyar, bütünlüğümüzü yitirir, şaşkınlaşırız. Takva filminde bunun iyi bir örneğini izleriz. Takva'nın kahramanı dini bütün, tarikat müridi Muharremdir (Erkan Can). Kendisine güvenilip tarikatın para işleri emanet edilince paranın gücünü yaşar ve bambaşka bir dünya ile karşılaşır; arzularına hakim olamaz, afallar, ne yapacağını bilemedikçe bunalır, aklını yitirmeye varır. Muharrem'in bildiği, sığındığı açıklamalar, bizzat kendi yaptıklarını, için için yapmak istediklerini açıklayamaz olmuştur. Aklı tutulur, adeta donmuştur bizim Muharrem.

Birilerine verilen hizmet, toplumsal eşitsizliklerin farkına varan, eşit hakların tanınması kadar eşit olanakların sağlanmasını bellemiş bir ideolojiye dayandığında bir türlü, bireysel özgürlükle herkesin hak ettiğini almasını olumluluk diye  benimsemiş bir ideolojiye dayandığında ise başka türlü  etkiler doğuracaktır. Örneğin "hizmette eşitlik" ile "hizmete erişimde eşitlik" hatta "hizmetin sonuçlarında eşitlik" farklı ideolojik tercihlere işaret etmektedir. Aynen bir zamanlar "Kalkınmanın köyden başlayacağı"  ile, "Kalkınmanın köylüden başlayacağı" ilkeleri arasında olduğu gibi. Bu ikisi arasında "Yaşam kalitesi nasıl olur da gelişir?" sorusuna verilen yanıtlardaki ideolojik fark gözlenmektedir.

Sorun, "Hizmeti mi vereyim, ideolojiyi mi vereyim?" tercihi değildir. "Bu hizmeti nasıl bir ideoloji ile tanımlayıp vereceğim?" anlayışındadır. Bu ayrılamayan ikiliyi - hizmet ve ideoloji- birbirinden koparmak yaşam gerçeğinin yadsınması olur. Yaşam gerçeği ise, yok sayılmaktan, boş verilmekten hiç mi hiç hoşlanmaz ha!

2 Şubat 2014 Pazar

Selam Dr.

Aile görmeleri ve yaz tatillerim için Suriye'ye çok sayıdaki geçişlerimi saymazsak, yurtdışına ilk kez 26 Temmuz 1981'de çıkmışım. Yolda uçak değiştirdiğim Londra'daki havaalanı Leydi Di ile Charles'ın güler yüzlü, herkesi selamladıkları posterleriyle donatılmıştı - şimdi baktım üç gün sonrası 29 Temmuz'da evlenmişler-. Yaldızlarla süslü çerçevelerde düğünden söz ediliyordu. Prens-prenses-görkem-...kraliyet düğünü, bana yaşadığım dünyanın dışıymış gibi geldi. Kaderin onları nerelere sürükleyeceğini o gün milyonlarla birlikte ben de bilmiyorduk ki! Heathrow havalimanı bana her şeyiyle bambaşka görünmüştü. Metrelerce süren yürüyen bantlar, makinelerden çıkartılan biniş kartları, çekilip yürütülen şık valizler, bizim karaborsada zor bulduğumuz tütünlü ürünlerin binbir çeşidi (o zamanlar iç mekanlarda sigara yasağı yaygın değildi). 3-4 saat bir şeye dokunmadan hep etrafı gözleyip yürümüştüm.

New York'taki pasaport işlemi sonrası, ABD'nde gündelik yaşama katıldığım yer Teksas eyaletinin Austin kentiydi. Uçak indiğinde saat 22:45'i gösteriyordu. Tüplerle girdiğim havalimanı kuyruklarında beklerken, çevrem bana bir başka hoş gelmişti. Meğer iklimlendirmeymiş! Ne zaman ki ardı ardına açılan otomatik iki kayar kapının ardındaki o pırıl pırıl aydınlık dış dünyayla karşılaştım, bir alevin her yanımı sardığımı sandım. Alaz alazdı. Durmuşum öylece. Şaştım kaldım. Elektronik termometre 103 derece diyordu. Fahrenheitmış. Şaşakalsam da çabuk toparladım, 32 cikarip yaklaşık yarısını düşündüm hemen. Beni karşılayan programın rehber elemanı, minibüsün klimasının saatlerdir çalıştığını, arabada rahat edeceğimi söyledi. Öyle de oldu. Yurda vardığımızda beni ışıklar ve reklamlarla süslenmiş otomatik bir makinenin önüne götürdü hemen ve "Bir şey iç" dedi. ABD'nde ilk kez para harcayacaktım ve Londra'dan beri "Madem bu kadar farklı yerdeyim, değişik şeyler yapmaya bakayım." diye düşünüp durmuştum.

Makineye baktım. Ohooo Coca-Cola'yı saymazsam, bilmediğim bir dolu marka vardı. Hepsi de alüminyum tenekelerde. O alüminyum ambalajı da Londra'dan başlayarak gerçeğiyle (elbette fotoğraflarından, Amerikan filmlerinden görüntüyü biliyordum) ilk kez görmüştüm.

Dr. Pepper adı ilgimi çekti. Doktor Biber! Allah Allah! Bozukluğu atıp ilk heves o kırmızı işaretli düğmesine bir bastım ki.. Aaa ama bir şey olmadı. Az bekledik. "Demek hemen gelmiyor." düşüncesinin aklımdan hızla geçtiğini anımsıyorum. Bir gümbürtü koptu.. Sonrasında nemli soğuk kıpkırmızı silindir önümdeki boşlukta ışıldamaktaydı. Açma halkasını filmlerden anımsadığım gibi kaldırıp bastırdım ve derhal kafama diktim.. Değişiklik. Ama hemen.. Nefesim kesilinceye dek içtim. Hızla indirdiğimde önce üst dudağımda bir ufak acı duydum. O zamanki gür - tabii gençtik-, kara -tabii gençtik 2-, uzun telli - tabii o zaman gençtik 3- bıyığımın üç teli, kalkık açacağın yanına sıkışıp yerinden koparılmıştı.

Dr. Pepper'in o tipik kokulu, genzi hafifçe yakan, biberimsi tadı bana göre değildi. "Amerikan zevki" diye bir daha şaşmış, ama yeni bir dünyaya, umutla beklediğim bir 4-5 yıla, kendimce bir "Selam acayiplik, selam gelecek" demiştim sanırım. Bir daha da içmedim diye anımsıyorum Dr. Pepper'i. Taa ki geçen gün bir alışveriş merkezinde ithal gıda ürünü mağazasında antiasid aranırken vitrinli buzdolabında bu kutuyu göresiye dek.

Bir şey beni aldı Austin'deki o şaşkın, heyecan dolu saatlere götürdü. Dolaba yürürken yüzümde bir gülücük olduğunu bir tek ben farkediyordum. Satın alıp derhal açtım, kafaya diktim, hızla da indirdim... Acı macı yoktu üst dudaktaki artık tamamı ağarmış tek dük telli bıyıklarda. Beğenmesem de, kendime uyduramasam da, 31 yıl öncesinin şaşkın ama gelecek için ümit dolu, iyimser o halini yaşattı ya bana. Sevmesem de, merhaba sana Dr. Pepper!

Şipşak değil, şip-tak

Otomobilin sürücü koltuğuna oturdum mu, hep şu sinyal kolunu ne denli sevdiğimi düşünürüm. Oysa önümde bir dolu başka şeyler durur: yusyuvarlak ve dokununca yumuşacık gelen pek bir mahir direksiyon, ışıltılı rengarenk gösterge tablosu, seçenekli-programlı cam sileceği kolu, "dörtlü"leri yakan üçgen işaretli kırmızı anahtar... Yok. İlle de bu itiverince o ritmik "şip tak şip tak şip tak.." sesini çıkaran; o sese yeşil (bazen sarı da oluyor) bir ok işaretinin de yanıp sönmesiyle eşlik ettiği, teknolojisi elektronik ile desteklenince "Flaşörü patlatırsın, çok yakma şunu!" uyarısının geçersizleştiği bu basit kol.

"Neden?" diye düşündüm. "Yav, ne var bu basit kolda böyle sevilecek?".

O zaman aklıma birden "bilgi kuramı" geldi. Bu basit kol, minik bir devreyi harekete geçirip bir (mi acaba?) malumatı yayımlamamı sağlıyor. "Ey yol komşum sürücü, bak ben düz gitmeyeceğim, sola döneceğim ha!" diye yol komşunun kafasındaki bir belirsizliği ("Bu ahmak, şu da kavşak, ne yapacak ?" belirsizliği) çözmeye yarıyor. Yani minicik bir "iş" yapıyor, "enerji" üretiyor. Üstelik işaret parmağının güç gerektirmeyen bir küçük hareketiyle. Verimli yani.  Ah unutmadan : sunduğu bilgi eşitlikçi. Öyle ayrısı gayrısı yok bu işaretin. Kim ki izliyor beni, önümde, yanımda, ardımda, hatta tepemde fark etmiyor, aynı bilgiyi alıyor, engelsiz, bedelsiz. Eh sömürüsüz, kullanım değeri olan, verimli, sağlıklı, eşitlikçi üretim sevilir tabii.

Dahası da var: Yol ortaklığımızı, trafiği paylaşmakta olduğumuzu da vurguluyor  boyu 20 cm. geçmeyen bu kol. "Ben burada yalnız değilim. Sizlere niyetimi belli etmek zorundayım. Bu benim yükümlülüğüm." diye ufaktan ahlaki bir bildirimi taşıyor. Yani egondan geçip daha ötede bir "varlık"a saygı duymakta olduğunun, benmerkezciliği bu kez yenebildiğinin iç huzurunu veriyor. Bu da minik ama, sevilecek başka bir yanı.

O yüzden, arkam/önüm/sağım/solum bomboş bile olsa, ister ileri gidiyor olayım ister geriye, döneceksem bu kolu itiveriyorum, hem de iştahla!

Yani iyi dediğin nasıl?

Onu tanıyıncaya dek iyi bir esnafla karşılaşmayalı çok olduydu. İyi derken, yalnız adamakıllı iş çıkaranını demiyorum; esnafsan o kadarı zaten olacak. İstediğimi vereceksin, becerikli olacaksın, gerekenler ne ise elinin altında bulunacak. Bunlar olmasaydı bırakın iyi demeyi, esnaf der miydim ona, bilemiyorum.

Bir defa işini seviyor. Bunu elimdeki işle dükkanına girdiğimde gözündeki parlamanın
sürmesi ele verdi. Hayır, "Yaşasın, sövüşlenecek bir enayi daha düştü."nün çaktığı anlık parıldama değildi izlediğim. Gözü elimdekine takılı, birkaç dakika sürdü. Sanki elimde şirin bir kedi yavrucuğuyla içeri yürümüşüm gibi, "Aman da aman, ne şirin şeymiş." der gibi baktı, ama ufaktan dahi "Siz de malın iyisinden anlıyorsunuz, belli canım." dalkavukluğuna hiç yeltenmedi. Oysa, ne yalan söyleyim, dükkanın kalabalığını görünce, hani bekledim durdum. Alıştırıldık işte. Hatta bir ara dayanamayıp, bir yol da yemledim amcamı: "Nasıl? Kalitelisi, esaslısı bu, değil mi?" dedim. Hiç yüz vermedi. Şaşırttı. "Belki oyununu iyi oynayan kaşarlanmış bir adam bu." diye aklımdan geçirdim. Lakin, bizimki bir eliyle iştahla ama incitmeden uzattığımı alırken, öteki eliyle de sağ gözünün yuvasına pertavsızını yerleştiriverdi. Kendi kendine mırıl mırıl "Bakalım neymiş?" demesi de heyecanlaydı. İçim ferahladı, usta işini seven sınıfındandı.

İyi esnaflığın ikinci yan, görüş açısı genişliğinde de, ilerdeydi ustam. "Bak, eğil gel şimdi buna ne yapacağız?" demesi ile sanki beni sardı sarmaladı işinin dünyasına çekti. "Yok öyle göremezsin abim, şöyle dur." diye düzeltti "postür"ümü. Artık birlikte o dünyadaydık bir 8-10 dakikacık. Bir iki müşteri daha girdiler, psikiyatrda sıra bekler gibi, o eski püskü koltuklara sessizce ilişip, dikkatle bizi dinlemeye koyuldular. İlgi çekiciydi çünkü.  Söktüğü her parçacığın bütündeki işlevini, yeni modellerde o parçacık yerine nelerin konulduğunu, temizleme sırasını, temizlik banyo sıvılarının nerelerden getirtildiğini, gereğinden fazla yıkanmalarının sakıncasını, kullanım yanlışlarının yaratacağı sorunları, beğenilerle ilgili tercihlerin ne getirdiğini... Kısacası müşteri olmasam, belgesel kanalı aktüel kameremanı sanacaktım kendimi.

Ama iyi esnafın en can alıcı yanını, sona sakladım. O, işinin devamıyla keyif alarak ilgilenmesi yok mu! İşte tam da orası. Kayıt kartına ille de cep telefonumu yazmak istemesini baştan anlayamamıştım. "İşi yaptırıp, sonradan esen bir akılla cayma yollarında sırra kadem basmayayım diyedir" dedim kendime. Hani vardır böyleleri. Meğer, yaptığını takip  etmek içinmiş. İlkinde iki, ikincisinde üç gün geçerek arayıp, sevecenlikle sordu: "Nasıl? Olmuş mu? Var mı aklında kalan bir şeyi?". Ben ki, koca Japon otomotiv devi Toyota'nın yetkili servislerinin bakım sonrası 5-10 gün geçince usulen arayıp standart kalite sorularını isteksiz tonlamalarla aktarmalarına dahi ahmakça sevinirim; altı yaşındaki otomobilimin ancak bir far soketi kadar değerli sayılacak saat onarımım için, durduk yerde iki kez, üstelik ezbere değil, duruma uyan sorularla arandığımda, varın siz düşünün ne denli mutlandım.

Benimkisi, başka bir kentte birkaç denemeye karşın işletilemeyen, bana emanet edilmiş 40 yıllık kurmalı sıradan bir cep saatini, 80'lik sahibine söz verdiğim gibi, çalışır halde geri yollamak gayretiydi. Sözümü tuttum. Huzur buldum. Ama İzmir Caddesi'nde bir pasajda gördüğüm, artık çok az rastlayabildiğim için nadir olmanın keyfini veren, neredeyse "Ulan bendeki şu saatlerden biri daha bozulsun da, önceki lezzet aklımda tükenmeden yine tadayım o keyfi" dedirten iyi esnaflıktı. Ad vermeyeyim, reklam olur.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Dün gittiğin yollar bugünün vardığı yerlerdir

"Kazanalım da nasıl kazanırsak kazanalım." diyenlerin lafı içime oturuyor. Onu düşünüyorum. Hani maç başlamadan "3 puan bizim olsun da isterse yarım gol farkla." diyenlere kızgınlığıma göre bu fikir beni çıldırtmaya yakın ediyor dersem yalan olmaz.

Hiç öyle şey olur mu allahaşkına? "Aman biri bizi kurtarsın." diye '70lerin ikinci yarısını yana yakıla geçirmedik mi? Sonra da o Eylül darbesini ya...
şayınca "Yahu, iyi de, kurtarıcıdan nasıl kurtulacağız?" deyip durmadık mı?

Sosyal olaylar kaotik. Siyaset kaotik. İnsan davranışı kaotik. Kaosun bütün özelliklerini gösterirler bunlar. Özellikler arasında en bilineni de, yaşanan sonucun ta geriden beri gelinen yoldan bağımsız olamayışıdır. Hani şu ünlü "Kelebek etkisi" dedikleri. Bir hamle ile güzergahta yol değişir, bir süre sonra acısı çıkar.

Hep buna inandım. Demokratik olmayan yoldan demokrasi, saygı gösterilmeyen ortamdan karşılıklı anlayış, "bir defadan bir şeycik olmaz"dan hukuk, "üç kuruş için değmez"lerden sistem çıkmaz.

Benim gibi sıradan biri bile bu kadar düşünürken, benden çok daha büyük sorumluluk almış, güven duyulan, yetki, ekip ve bilgi sahipleri çok daha derin düşünüyordur herhalde...Umarım... Yolun nereye götüreceğini asla kesin olarak bilemezsin. Tek bilebileceğin olası olanlardır. Kaos öyle diyor
.

Seçenekler

Geçen gün kalabalıkça bir toplantıda teknik çözümlerde çeşitlilik olabileceğini söylemeye kalktım. Maksat aynıdır diye, emek verilip kotarılmış her türden hesap kabul göremezdi. Uçuyor diye her kuşun eti yenemezdi. Anlatmaya çalıştığım, farklı görüşlerin olmasıyla kaçınılmaz çatışmaların ortaya çıkabileceği, bu farklılıkları değerlendirmek için bakış açısının, vizyonun baştan bilinmesinin gerekliliğiydi.

Hay söylemez olaymışım. Bana hemen "Elimizde sorun var. Bir çözüm olur mu olmaz mı, onu söyleyin yeter. Gerisi, yani nasıl uygulanacağı başka bir sorun." karşılığı verildi. İyi de, ya "Nasıl uygulanacağı" da çözümün içinde yer alması gereken bir şeyse? Nasıl kullanılacağı bilinmeden her nehir geçişine ille de üzerinde vızır vızır araç akacak bir asma köprü mü inşa ederiz? 

Karayoluyla Ankara-İzmir seyahatini ele alalım. Ankara'dan otobüse atlayıp İzmir'e gidebilirim ama hemen, rahatlığına ve keyfine bakmadan mı; yok gündüz gözüyle etrafı göre göre, tek sıra koltuklu bir otobüsle ve belki de Afyon'da bir gece geçirip kaplıca keyfi çatarak ertesi sabaha kiralık bir otomobille devam ederken yan yollarda Lidya uygarlığının izlerini fotoğraflayarak mı? İkisi de olabilir mi? Neden olmasın? Başka seçenekler de yaratılabilir. Ama her seçenek ayrı emek harcamayı, vakit ayırmayı, sorup soruşturmayı, hatta bazı harcamaları gerektirir. Sonra bunca çok seçenekten biri beğenilir ve beğenilmeyip bir kıyıda bırakılanlar için yaptıklarınla kalırsın. Nasıl bir seyahat istediğini baştan bilmemenin -küçük de olsa- bir bedeli vardır: seçenekli olmanın, bir bakıma, özgürlüğün bedeli. 

Sonra düşündüm ki seçeneklerin varlığı ne çok şeyde kendini gösteriyormuş meğer. Bakın şimdi, yapabileceğin çok sayıda seçenek, özgürlüğün; seçenekleri bütün ayrıntılarıyla eksiksiz yanlışsız anlamak eşitliğin; hak ettikleri gerçek değerleriyle karşılaştırma yapabilmek adaletin; sonuçta seçileni -her ne ise o- kabul edilmiş görmek demokrasinin tanımlarına yakın duruyor. Seçeneklerin olabildiğini anlamamak stratejik düşünmenin gerekliliğine inanmamayı, seçenek yaratamamak plansızlığı, seçenekleri benimsetmeye uğraşmamak politikasızlığı ve nihayet seçeneklerin yaşamasını benimsememek totaliterliği doğuruyor.

Ya açık yürekle sorgulamanın, ahlakın, belirsizliğin, hatta evrimin gerisinde ne var?