2 Şubat 2014 Pazar

Selam Dr.

Aile görmeleri ve yaz tatillerim için Suriye'ye çok sayıdaki geçişlerimi saymazsak, yurtdışına ilk kez 26 Temmuz 1981'de çıkmışım. Yolda uçak değiştirdiğim Londra'daki havaalanı Leydi Di ile Charles'ın güler yüzlü, herkesi selamladıkları posterleriyle donatılmıştı - şimdi baktım üç gün sonrası 29 Temmuz'da evlenmişler-. Yaldızlarla süslü çerçevelerde düğünden söz ediliyordu. Prens-prenses-görkem-...kraliyet düğünü, bana yaşadığım dünyanın dışıymış gibi geldi. Kaderin onları nerelere sürükleyeceğini o gün milyonlarla birlikte ben de bilmiyorduk ki! Heathrow havalimanı bana her şeyiyle bambaşka görünmüştü. Metrelerce süren yürüyen bantlar, makinelerden çıkartılan biniş kartları, çekilip yürütülen şık valizler, bizim karaborsada zor bulduğumuz tütünlü ürünlerin binbir çeşidi (o zamanlar iç mekanlarda sigara yasağı yaygın değildi). 3-4 saat bir şeye dokunmadan hep etrafı gözleyip yürümüştüm.

New York'taki pasaport işlemi sonrası, ABD'nde gündelik yaşama katıldığım yer Teksas eyaletinin Austin kentiydi. Uçak indiğinde saat 22:45'i gösteriyordu. Tüplerle girdiğim havalimanı kuyruklarında beklerken, çevrem bana bir başka hoş gelmişti. Meğer iklimlendirmeymiş! Ne zaman ki ardı ardına açılan otomatik iki kayar kapının ardındaki o pırıl pırıl aydınlık dış dünyayla karşılaştım, bir alevin her yanımı sardığımı sandım. Alaz alazdı. Durmuşum öylece. Şaştım kaldım. Elektronik termometre 103 derece diyordu. Fahrenheitmış. Şaşakalsam da çabuk toparladım, 32 cikarip yaklaşık yarısını düşündüm hemen. Beni karşılayan programın rehber elemanı, minibüsün klimasının saatlerdir çalıştığını, arabada rahat edeceğimi söyledi. Öyle de oldu. Yurda vardığımızda beni ışıklar ve reklamlarla süslenmiş otomatik bir makinenin önüne götürdü hemen ve "Bir şey iç" dedi. ABD'nde ilk kez para harcayacaktım ve Londra'dan beri "Madem bu kadar farklı yerdeyim, değişik şeyler yapmaya bakayım." diye düşünüp durmuştum.

Makineye baktım. Ohooo Coca-Cola'yı saymazsam, bilmediğim bir dolu marka vardı. Hepsi de alüminyum tenekelerde. O alüminyum ambalajı da Londra'dan başlayarak gerçeğiyle (elbette fotoğraflarından, Amerikan filmlerinden görüntüyü biliyordum) ilk kez görmüştüm.

Dr. Pepper adı ilgimi çekti. Doktor Biber! Allah Allah! Bozukluğu atıp ilk heves o kırmızı işaretli düğmesine bir bastım ki.. Aaa ama bir şey olmadı. Az bekledik. "Demek hemen gelmiyor." düşüncesinin aklımdan hızla geçtiğini anımsıyorum. Bir gümbürtü koptu.. Sonrasında nemli soğuk kıpkırmızı silindir önümdeki boşlukta ışıldamaktaydı. Açma halkasını filmlerden anımsadığım gibi kaldırıp bastırdım ve derhal kafama diktim.. Değişiklik. Ama hemen.. Nefesim kesilinceye dek içtim. Hızla indirdiğimde önce üst dudağımda bir ufak acı duydum. O zamanki gür - tabii gençtik-, kara -tabii gençtik 2-, uzun telli - tabii o zaman gençtik 3- bıyığımın üç teli, kalkık açacağın yanına sıkışıp yerinden koparılmıştı.

Dr. Pepper'in o tipik kokulu, genzi hafifçe yakan, biberimsi tadı bana göre değildi. "Amerikan zevki" diye bir daha şaşmış, ama yeni bir dünyaya, umutla beklediğim bir 4-5 yıla, kendimce bir "Selam acayiplik, selam gelecek" demiştim sanırım. Bir daha da içmedim diye anımsıyorum Dr. Pepper'i. Taa ki geçen gün bir alışveriş merkezinde ithal gıda ürünü mağazasında antiasid aranırken vitrinli buzdolabında bu kutuyu göresiye dek.

Bir şey beni aldı Austin'deki o şaşkın, heyecan dolu saatlere götürdü. Dolaba yürürken yüzümde bir gülücük olduğunu bir tek ben farkediyordum. Satın alıp derhal açtım, kafaya diktim, hızla da indirdim... Acı macı yoktu üst dudaktaki artık tamamı ağarmış tek dük telli bıyıklarda. Beğenmesem de, kendime uyduramasam da, 31 yıl öncesinin şaşkın ama gelecek için ümit dolu, iyimser o halini yaşattı ya bana. Sevmesem de, merhaba sana Dr. Pepper!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder