4 Kasım 2020 Çarşamba

İyimserlik iyi bir şey

 

Lisedeki derslerinden insanın belleğinde parça bölük izlenimler kalır. Sosyoloji dersimizde sınıfça tartışalım diye öğretmenin ortaya attığı “Toplumda iyi şeyler neden hızla yayılmaz?” sorusu da böyledir işte, bende iz bırakmıştır. “Çünkü” demişti öğretmenimiz, “iyi olmak zordur. Kolay gelen, kendi rahatını bozmadığın çoğunlukla iyi olmayandır.”. Doğru! Dolmuştasın. Bacaklarını neredeyse evindeymiş gibi uzatabildiğin koridorun en geniş yerindeki tekli koltuğu da kapmışsın. Cep telefonunda gerine gerine mesajlaşmaya dalmışsın. O ne! Balgat pazarında yeni binen yaşlı teyze ayakta kalmaktadır. Yer vermen için, hem tekli koltuğu, hem iştahla beklediğin mesajı okuma, ‘Beğen’i işaretlemen karşılığında karşı taraftan “Tıp tıp” atan o kıpkırmızı kalp çizgi videosunu alıp heyecan yaşama keyfini bırakıp ayağa dikilmen, bir de tutunacak yer araman gerekir. Zor değilse, azap vermeyecekse nedir bu? Ama iyi olan elindeki iki torba ile kan ter içindeki o insanı biraz olsun rahat ettirmektir. Bilirsin bilmesine de, iyi olanı yapmanın sana güç gelen bir tarafı vardır.


Öğretmenim bize iyinin nasıl ortaya çıktığını anlatmıştı da, “İyi nedir?” diye sormak hiçbirimizin aklına gelmemişti. Oysa çok yıllar öncesinden beridir “Ne ki iyi?” diye ne çok düşünür sorup durmuş. Lafı, uzatmadan sevdiğim tanımlamalardan birini yapmış büyük Alman felsefeci İmmanuel Kant’a getireyim. Kant’a göre “Bütün insanlar böyle yapsa, dünya hatta evren daha güzel olur mu?” sorusuna “Evet” dediklerimiz iyi şeylerdir. Yani öyle bir şeydir ki, bütün insanlar aynısını yapsa, yapabilse (ve birbirinden farklı sonuçlar da çıkmayacak olsa) yaşamı güzelleştirecek şeyler, iyi niyetin belirtisi sayılır.

 
 

Böyle bakılınca iyimser olmak da iyinin bu tanımına uyar. Tersini düşünün bir: Yeryüzündeki herkes “İyimserlik ahmaklıktır.” diye inansa ve her zaman bunun gereğini yapsa, dünya daha yaşanılası bir yer olur mu? Olmaz. Peki, ya hepimiz, “Bırak iyimserliği. Gerçekçi ol, gerçeği dinle!” diye bastırsa? O zaman gerçeğin ‘acı yüzü’ne takılmış, her akıl verenin başka bir ‘gerçek’i ile nereye varırdık? Kimin gerçeği en doğru gerçektir? Tarihte herkesin kendi gerçeği adına kıyılan onca can apaçık ortada değil midir?Yani her insan gerçekçi olmak diye kendisine sunulan sözde gerçekle yetinse, bu durum dünyayı pek iyi bir yere götürmeyecektir. Çünkü gerçeği insanların kendilerinin bulması, ulusların bunu düşe kalka ama kimse kimseye kulluk etmeden becermeleri, yüzyıllardan sonra bulunabilen en az sakıncalı yönetim biçimidir. Demokratik cumhuriyet diyoruz buna.


İyimserliğin tersini herkes yapsa güzel şeylerle karşılaşmamız zor. Tamam da 
o halde iyimserlik nedir? En azından bir tanecik de olsa iyiye doğru bir çıkışın, iyi gelişmelere giden yolun olduğunu düşünmek cesareti, bu yolun arayışına katkı verme kararlılığı, iradesidir. Olmaz ya, diyelim herkes bunu yapıyor. Güzel şeyler daha çok olmaz mıydı? Yani, ikide bir “Dünya da, zaman da, insanlar da kötü. Çöküş kaçınılmaz.” demekten uzak dursak, her birimiz buna inandıracak yolların olduğunu göstersek yaşamak daha hoş hale gelmez mi? Ama asla yok yere kandırmak, kandırılmak değil. İyimserlik, her ne olursa olsun, otomatikman  “Hayırdır hayır. Bunda da aklımızın ermediği bir hayır vardır. İyi olacağına inanmak lazım." demek değildir. Pollyanna romanındaki gibi geçerliği olmayan mutluluk oyunu oynamak, armağan diye gelen koltuk değneğine bile “Oh! Bari ihtiyacım yok ya, ondan mutlu olayım.” diye nafile sevinçlerle iyimser olunamaz.


Herkes yapacak olsa güzellikler getirecek yolların varlığını görmek ve göstermek. Bu hedefle, bunun çabasıyla yaşamak, yani iyimserlik, bir sevgi kaynağıdır. Çünkü inandığını başkalarına yayması gereken insan bunu ancak tutkuyla yapabilir. Böyle yapınca gönülde sağlam, kolay kolay sarsılmayan bir duygu bağı kurulur. Ödülü büyüdükçe yani daha çok insanda aynı iyilik davranışının izini gördükçe, sevgi bağı daha güçlenir. Arada elbette farklı davranan başkaları çıkarsa da, iyimserlerdeki sevginin gücü bunların da üstesinden gelir. Çevrenizdeki komşularımıza, yakınlarımıza bir bakın: Sevgi sözcüğünü daha sık kullananlar daha ziyade iyimser görünenler değil mi?

İyimserler yaratıcı insanlar olmakla bilinir. Zaten bu iki özelliği ayıramazsınız. Yaratıcı olanda iyimserlik tükenmez iyimserliğe takılı birinde ise yaratıcılık ayrılmaz bir eşlikçidir. Çok sayıda yabancı filmde bunu izlemişizdir. Her şeyin olumsuz, görünürdeki her yolun tıkalı, her tuttuklarının ellerinde kaldığı kötü durumdayken bir kahraman çıkar. Ötekiler arasında kızgın olanlar, önerdiği kurtuluş planına isyan edenler, hainler vardır. Bunlarla kah bir bir uğraşarak, kah aldırış etmeden, tutkuyla bağlandığı iyimserliğini konuşturur kahraman. Zoru başarmaya önayak olur. Sonunda yara bere içindeki, hepsi ağlamaklı, kurtuluşa sevinenler ona sorarlar: “Nereden bildin tek çıkışımızın böyle olacağını?”. İyimserim yanıtına bayılırım: “Bilmedim. Yalnızca bir denemek istedim.”

Denemeye deneyelim de, kör atışla deneme yapmak her durumda doğru mudur?  Aklımıza estiği yerde her birimiz “Kahramanlığın tam sırası. İyimser olup öne atılmalıyım.” dersek, bundan güzel bir sonuç doğar mı? Bilir bilmez herkesin iyimser kesilip kahramanlık taslaması iyi bir şey midir? Büyük olasılıkla hayır. Çünkü iyiyi arayan insan, etrafına gözünü yummuş, kulağı tıkalı, kolaycı bir duyarsızlıkla asla iyimserlik yapamaz. İyimserlik kör inanç değil, güzel bir sonucu olabileceği bilgisiyle dikkatli düşünme tutkusudur.

2 Eylül 2020 Çarşamba

Dayanışma tamam da..

 

Kimi derneklerin adında yardımlaşma geçiyor, kiminde dayanışma. “Adam sen de. Ne fark eder?” diye bakmayalım. Yardımlaşma denince bireysel gereklerin karşılanmasına, bireylerce girişilen çabaların sonuç almasına başkalarının destek olmasını anlarım. Biri ya da birkaçı arkadaşlarına, komşularına zorluk çektiği konuda el uzatır. Sonra günü geldiğinde o zorluk çeken kendi başına ya da diğerleriyle birlikte gruptan başka birinin işine koşar. Anadolu’da imece, meci diye bildiğimiz yardımlaşma, sırası geldiğinde birbirinin yaşamını kolaylaştırmak, fındığına, mısırına, fasulyesine, samanını kaldırmaya, duvarını sıvamaya, hatta düğün dernek evi olduğunda koşturmak anlamına gelir. 

Araştırmacı “Dayanışma ortak yararları tanımlayıp onlar için birliktelik ve sorumluluk duygusudur. Gerektiğinde pay alanın kısa vadedeki çıkarına ters de düşse katıldığı süreçtir.” diyor.  (Gülgün Erdoğan Tosun, Sosyal demokrasi ve İlkeleri, Alabanda Akademi, 2016). Yararlar ortak ve sorumluluk herkeste olacak.

Ülkede bildiğimiz böyle en büyük dayanışma örgütlülüğü, işimize gelmediğinde yerden yere çaldığımız şu SGK’dır.  Vaktinde aylıklarımızdan özveri yapa yapa bir havuzda birikenler 
devletin de katkısıyla çoğalır. Emeklilik, yaşlılık, hastalık, düşkünlük ve canını kaybettiğinde, alacak payını yarar ortaklığından çıkarır sana verir. Ama gıdım gıdım, ama ıkına sıkına uğraşıp didindikten sonra, yine de bir şeyler alırsın toplumsal güvenlik dayanışmasından.

Dayanışma ortaklıktır. Ama neyin ortaklığı? Çıkarların mı? Bizden uzaktaki bazı ülkelerde duyarız hani, siyasetçi-mafya-işadamı-polis çıkar ortaklığı yaparlar. Buna dayanışma mı demeli? Tabii ki, hayır. Çünkü çıkar ile hak çatışır (Prof. Ioanna Kuçuradi söyleşisinden, https://www.milliyet.com.tr/kultur-sanat/serbest-pazar-insan-haklari-icin-bir-tuzak-1012392) Yani hak edilmeden elde edilmek istenen yarar, çıkar demektir. Her işbirliği dayanışma olmaz, istediği kadar organize olsun, ya da yıllar boyu sürsün, kimisi çıkar ortaklığıdır.

Dayanışma ise bambaşkadır, çünkü o yarar ortaklığıdır. Sırtını dayadığın için iyi, hoş, bol, gürbüz, güvenli sonuçlar alabilmektir. Tıpkı Çanakkale’de, Ulusal Kurtuluş Savaşında
silahların birbirine dayalı çatıldığında olduğu gibi. Oradaki yarar tüfekleri dik bırakarak sağlanan güvenlik ayrıca gerektiğinde hızla ve bir arada kapıp kaldırma olanağıdır.

Ortak yarar ve dayanışma denince, önce birbirine dayanmış mavzerlerle bu örnek aklıma gelir. Takım sporu, dayanışmayı en iyi anlatacak başka bir örnektir. Basketbolda çok sevdiğim hareketlerden biri, topu süren takım arkadaşına yol açabilmek için, bir iki diğerinin savunmadaki rakiplerin önünü kuraldışına çıkmadan tıkamaları, kısacası perdelemedir. Şahane bir dayanışma örneği. Yollarda rastlarsınız, "Geniş ve Uzun Araç" yazılı biri önünde biri de arkasında sarı renkli sinyalleri yanar döner seyreden iki araçla 'takım' olmuş muazzam treylerleri. Bir dayanışma örneği olarak hep hoşuma gider, yanlarından saygıyla geçerim. İşbirliğidir, ama ortak yarar için.


https://www.hurriyet.com.tr/egitim/18-mart-canakkale-zaferi-siirleri-en-guzel-canakkale-zaferi-siirleri-burada-40398692 (erişim 24 Ağustos 2020)

Bir araya geleceğiz ve ortak yararımızı tanımlayacağız. Dayanışmada yer alacaksak, önce bundan hepimizin yararlanacağına ikna olacağız. İşte bu yüzden dayanışmanın ilk kuralı katılıma açık olmak. Çıkar ortaklığında işe gelen gruba alınır, pazarlıkla birileri “tongaya düşürülür”, yarı yolda bırakılır, “safra” diye atılabilir bile. Dayanışma, işte bunlara dayanmaz!
Sonra dayanışmada söz hakkı, itiraz etme hakkı, nelerin olup bittiğini, neyin niçin yapıldığını öğrenme hakkı herkesindir. Kooperatifler.. En iyi dayanışma örgütleri diye anılmayı bu yüzden hak eder. Pay etmede aranan, eşitliktir. Yarar konusundaki araştırmalar, bir toplulukta sağlanan toplam yararın en çok olduğu durumun, her bireyin eşit pay aldığında olduğunu söyler.  Yararlarda olduğu kadar, harcanan emekte ve özveride de eşitlik aranır.

Bu kadar güzel de, dayanışmayı neden her yerde göremeyiz? Bir nedeni yarar ortaklığı kurmanın zorluğu, diğeri her ortağın katılımcı ve eşit oluşunu hoş görememektir. Beklentilerin aynı olmaması kadar, karşılıklı özveride bulunacak, elde ettiğinin üzerine kendinden katıp yararı arzu ettiği düzeye getirmede yaratıcı olacak insan sayıca azdır. Eşitliğe, işbölümüne inanmayan, “Bir elin beş parmağının beşi de bir mi?” diyenlere, “Bağlayayım şu parmaklardan birini de, gör bakalım.” diyesim gelir hep. Her parmak gibi, her katılımcının da farklı ve tamamlayıcı rolü olursa, dayanışmayla benzersiz güzellikler yaratılır.



Kimisi de, dayanışmada keyfine göre davranamayacağı, özgür kalamayacağı endişesiyle bu işe sıcak bakmaz. Bağımsız kalmak isteyen çokları dayanışmaya kuşkuyla yaklaşır. Oysa özgürlük, kuralsızlık, hesapsızlıktan önce, hak ve olanaklarının sınırları tanımlı, ama alabildiğine geniş olmasını gerektirir. Sınırları kaldırmak karmaşa, tanımlı sınırları genişletmek özgürlüğü artırma anlamına gelir. Birlikte gayret ve kararlar vermekle olanaklar çoğalır, tanımlı sınırlar genişler. Unutmayalım ki, en uzak yerlere gidebilen kuşlar, gökyüzünün sınırsızlığında alabildiğine uçuşanlar değil, büyük uyum içinde sürüyle hareket eden göçerlerdir.

Her şeyi parasını verip alamayız. Oysa yaşadığımız dünya düzeni, ha babam de babam bizi buna inandırmaya çalışıyor. Kimselerle birlikte bir şey yapmaya gerek olmadığını, yalnızlığın özgürlük getirdiğini, her şeyin, her çeşidinin nasıl olsa satın alınabildiğini düşünelim diye nasıl da uğraşılıyor. Bunu alt etmek hiç kolay değil. Ama yaşadığımız bunalımların arkasında bunun büyük rolü olduğuna inananlardanım. Dayanışmanın iyi örneklerini gösterip bu cendereden çıkmak o kadar önemli bir iş ki, dayanışalım derken neler yaptığımıza her bakımdan özen göstermek boynumuzun borcu. Yanlışların bedeli hepimize, varsa kazancı ise pek azımıza dönüyor. 


3 Haziran 2020 Çarşamba

UMUT KUŞU



Geçen gün arkadaşım “Umut yürekte geveze kuştur, hiç susmaz.” dedi. Laf nereden buna geldi? Elbette virüs salgınına ilişkin önlemler ile kısıtlanan yaşantılarımız ve daha önemlisi yaşamın durmasından etkilenen milyonların yakın geleceğini endişe ile konuşurken. Umuda geldi dayandı sözümüz. Yine de umut var gönlümüzün bir kıyısında. Hep oradaydı zaten.


Efsaneye göre, Anka (Zümrüd-ü Anka) kuşu ölmeye her yaklaşışında kendini yakıp küllerinden yeni bir anka kuşuna yaşam verir. Dev kanatlarını çırpışıyla tohumları toprağa kavuşturup bereketi sürekli kılan da odur. 











İnsan yaşamaya koşullu bir varlık. Yaşamaya, dişi tırnağıyla tutunmak bütün canlılar gibi, bizim türümüzün de iradesine kazınmış. Belki de yüzbinlerce, milyonlarca yıl öteden, en uzak atalarımızdan edindiğimiz, hücrelerimize, kimyamıza işlemiş en kalıcı mirasımız bu: yaşamaktan vazgeçmemek. ‘Çıkmayan canda ümit vardır.’ deyişi bunu ne güzel dillendirir.


Öte yandan insanoğlu bilinçli. Çok zengin bir iç dünyası var. Yani yalnızca yaşamaya koşullanmış, iç dünyasında hiçbir kıpırdanma olmadan oradan oraya savruluyor değiliz. İnsan elindekinin de, umut ettiğinin de farkında. İzlenimleri, duyguları, tepkileri var. Bir yandan umut ediyoruz, bir yandan da gerçeklerle boğuşuyoruz. Yaşamak, rahat etmek, daha çok konfor umudumuzu taşır, refahımız için düşler kurarken, bir yandan da olup biteni tartıp biçiyoruz. Umut edip elde edemediklerimiz oluyor. Karşılığını bulamadığımız umutlar düş kırıklığına götürüyor. Ardı ardına kırılmış düşler, umutsuzluğa, olacaklara ilişkin güven yitirmeye, hatta yaşama tutunma irademizi zayıflatmaya neden oluyor. Yani umudun çokça kırılması başlı başına sağlıksız bir durum.

Bu yüzden umut ettiklerimizin sağlam gerekçeleri, dayanağı olması daha iyi. Her umut kırılmasın diye umudun gerisinde duranları aramalıyız. Umut ederken en akıllıca yapılacak iş bence “Neye güvenerek umut ediyorum?” sorusuna yanıt bulmaktır. Yürekteki geveze kuşla etraflıca söyleşip, bunu görüşmek fena fikir değildir.


Cesareti, umudun ikiz kardeşi sayarım. İç dünyamızda neredeyse birlikte doğmuş gibidirler. Kimsenin bilemeyeceği kadar birbirini anlar, desteklerler. İkizler, zorda kalınca birbirini arar. Cesaret umudu, umut ise cesareti artırır.

NewYork’ta bir Fransız ip cambazının, güvenlik görevlilerinden gizlenerek kaçamak yollarla  iki muazzam kule arasına gerdiği tel üzerindeki yürüyüş öyküsünü anlatan filme (https://volkansel.com/tehlikeli-yuruyus-filmi-the-walk.html/) bayılırım. Phillippe Petit
adlı bu genç cambaz, yaşamının en büyük hamlesine kimsenin katılmadığı bir umutla kalkışır. Başaracağına umudu tamdır. Çünkü cesareti vardır. Nereden gelir bu cesareti?




Cesarete can suyunu veren bir becerimiz var.  O, anlama becerimizdir. Hani şu, ne nasıl oluyor diye zihnimizde kurduğumuz temsili görüntülerle yaptığımız. Bıçağın kesmeyen tarafını sürttüğümüzü derhal öteki tarafına çevirdiğimizde bıçağı anladığımız; ağzı sıkı sıkıya kapalı koca bir varilin kenarına vurduğumuzda çıkardığı sesten nereye kadar dolu olduğunu anladığımız gibi.







Anlamadan güven duymak olmaz.  Güven duydukça da cesaretleniriz. Demek “cahil cesareti” ile kendimizi aldatmadan, düş kırıklıklarıyla gönlümüzde yaralar açmadan umutlanmak istiyorsak, daha işe başlarken, sonrasında ne ile karşılaşacağız işte ondan anlamamız gerek.

Anlamak, bildiklerimiz arasında bağ kurmak, zihin dolaplarımızdan yaşananların karşılığını çekip çıkarmaktır. Bıçağın kesmeyen yanı geldiyse, öteki yanı kesecek diye anlamlandırır o yanını çeviririz. İki taraflı bir kesicinin bir tarafı işe yaramıyorsa diğer tarafı olduğu aklımıza gelir, çünkü zihnimizde bunları birbirine bağlamışızdır. Koyu koyu bulutlar çoğalıp alçalmış, sıcaklık düşmüş, uzaklardan gök gürültüleri duyulmaya başlanmışsa, yağmurun yaklaştığını anlarız. Bu üç olgu ile yağış fikrini zihnimizde birbirine bağlamışızdır.
 
Fakat aklımızdakiler, bildiklerimiz her zaman birbirine bağlanmaya ve bir karşılık bulmamıza yetmez. Bazı uçlar boşta kalabilir. Bu durumda öğrenme gerekiyordur. Öğrendikçe yeni uçlarda bağlantı kurar, anlamaya, yeni karşılıklar yaratmaya başlayabiliriz. Umuda açılan yolların en gerçekçi olanı, anlama durağından geçer ve öğrenme istasyonundan yola çıkar.

Bu işi kendi başımıza yapsak, bireyleri tek tek geliştirsek, olası mı? Kendi kendimize yeterince öğrenebilir miyiz? Bana sorarsanız güç iş. Çünkü öğrenilmesi gereken öyle şeyler var ki, aynı anda ve bir arada akılda canlandırmayı, o birikimi, çok yönlü deneyimi gerektiriyor. Örneğin dövüşmeyi ve silahları iyi öğrenmek, sizi iyi komutan yapmaya yetmez. Pek çok başka bilgiyi ve askerliğin farklı düşünüş yollarını, uygulama zenginliğiyle usulüne uygun bağlayanlar başarabiliyor bunu.

Korona salgınının öğrettiklerinden yararlanmamız ve toplumca iyiliğe ermemiz için yürekteki geveze kuştan umutlu konuşmasını istiyoruz. Bu bizim cesaretimizi artıracak, daha zorlu adımları atabileceğiz. Madem öyle, bana göre bu, şimdiden sonra anlamamız gereken yeni şeyler var demek. İşe öğrenmekle başlamalıyız. Kendi kendimize, kitaplara, raporlara kapanarak, sosyal medyada ‘uzman’ görüşlerini izleyerek öğrenmemiz yetmeyecek. Toplum adına gerçekçi umutları yaratıp sağlıklı düşleri yaşatmak için, toplumdan, insan kümelenmelerinden de öğreneceklerimiz var. Birbirimizle kuracağımız iletişim o yüzden önemli.


Umut kuşu geveze olabilir, ama şimdi yakın, sıcak, kapsamlı ve içten iletişim ile beslenmeyi bekliyor o bizlerden.


2 Nisan 2020 Perşembe

UMUT YENİLİKÇİLİKDE, AMA GÜÇLÜK DE



Sahnede izlediğiniz akrobatı, ya da açık havada gerili telinin üzerinde bir ip canbazını düşleyin.  Gösteriden en çok ne zaman keyif alırsınız? Tek elinin üzerinde amuda kalktığında mı? Ya baş aşağı dururken, yukarı bakan ayak tabanlarının ucuna pırıl pırıl parıldayan o renkli kocaman silindiri alıp, bir sol bir sağ ayağının vuruşuyla döndürdüğünde? Yoksa aynı silindirden bir ikincisini  ayak uçlarına yerleştirtip iki silindirin bir birini, bir ötekini yukarı fırlattıktan sonra havada daire çizdirip yine birer birer ayaklarının üzerine düşürdüğünde mi? Akrobat ya da canbazın zorluk derecesi yükselen yeni numaraları çoğaldıkça gösteri daha ilginç, daha heyecan verici olur. Her yeni numara, izlemenin değerini artarır. Yenilik, değer yükseltme şansını yaratır.

Alışılmışın sınırlarını zorlamak. Yenilikçilik budur. Belki de iki taşı birbirine vurup birinde keskin bir kenar yaratarak  yüzbinlerce yıl önce ilk kez alışılmışın dışına çıkmış insanoğlu. Taşla ezme işleminin yanına taşla kesmeyi eklemiş. Bir cisme değer katma belki de ilk bu yenilikle başlamıştır. Yeniliği, elimizdeki varlığın, becerilerimizin, yaşam kalitemize katkılarını artırma umudu için isteriz. Yenilik, güçlendirir. Yenilik, daha sağlıklı, daha sürdürülebilir kılar. Yenilik, kolaylaştırır.  Yenilikçilik ek özellikler, yeterlikler, tasarruflar getirmektir.

Sorun çözmede yenilik işe yarar, Fakat yenilik yalnızca başı ağrıyınca, keyif kaçınca, sorun çıkınca aranan çözüm müdür? Çoğunluğun yakınmadığı, var olana alışıp kabul ettiği durumlarda yenilik yapılamaz mı? Bal gibi yapılır.  İşte eşekli kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün okuyucuyu kitaba değil, kitabı okuyucuya götürme yeniliği; işte askıda ekmek gibi askıda tiyatro, askıda opera bileti yeniliği; hele bilişim çağı, internet ile yüz yüze gelmeden yapılan takaslardan kitle fonlamasına kadar işte sayısız paylaşımcı yenilik. Sorun çözmek için değil yaşarken elimize geçenleri daha geliştirmek içindir bunlar. Ama hiçbiri kolay başarılmamıştır. Çünkü her y
enilik bir şeyler inşa etmek demektir. İnşa etmek ise bir sürü değişik konuda bilgiyi, yer yer bilinmeyene dalmayı, habire tercih yapma cesaretini göstermek ister.

Keşke bu kadarla kalsa. Yenilikçilikte tek zorluk mevcudu anlamak, henüz yapılmayanı, mevcut olmayanı ortaya çıkarmak değil ki. Yeniyi arayanlar asıl zorluğu ne zaman yaşarlar bilir misiniz? Sıra var olanı savunanları ikna etmeye gelince. Atomu parçalamak büyük yenilikti. Ama Einstein bundan daha da zoru olduğunu söyler: önyargıları kaldırmak. Haydi gelin yenilikçilere söylenen o bilindik birkaç sözün örneklerini anımsayalım: “Daha önce denendi olmadı arkadaş!”, “Kurallar var, biliyor musun?”, “Teoride olur görünüyor belki de, pratiğe gelince…”, “Her yer gibi değil burası, başkayız.”, “Kolayı varken…”, “İzin vermezleeer.”. “Şimdi değil de, uygun koşullar gerçekleştiğinde deneriz. O gün ben de seninle olurum.”, “Kimleri karşına alacaksın, bir bilsen.”, “Tecrübelileri dinle. Kaç zamanda bu işin bileni oldun ki?”, “Yapan var zaten. Sana mı kaldı?”.
.

 

Beceri yalnız yeniliği ortaya çıkarmaktan ibaret değil elbette. İşin bir de uyumlanmak, yeniliği uygulamak yanı var. Yenilik yapmak fark etmeyi, kabullenmeyi gerektirir.  Liradan sıfırlar atılalı 15 yıl olmuş. Bindiği dolmuşta elini cebine atarken halâ “Çiğdem üçbuçuk milyon lira değil mi kaptan?” diyen –olmaz a, varsayalım çıktı bir kez- olsa, bu basit yenilik neden zoruna gider, neden değişikliğe duyarlık göstermez? 

Yenilikçiler arasında fikrini sınamayanı, denemeyeni pek çıkmaz. Yenilikçiliğin bir güçlüğü deney gerektirmesidir. Önce karşılaşılabilecek durumlar akıl edilecektir. Sonra bu durumlar başa gelse yenilik nasıl görünecek anlaşılmaya çalışılır. Ev mutfaklarından leke çıkarmaya, bilgisayar oyunlarından giysi seçimine kadar, yaptıklarımızda farklı bir şeylere kalkıştık mı, önce küçük çaplı bir denemede görmek isteriz. Deney en basit biçimiyle budur.  Basit görünür evet, ama deneylerin yaşamsal önemi vardır. “Deneriz, yanılırız; yeniden dener, yine yanılırız.” diyenleri teşvik etmeden yenilikçilik yaşayamaz. Burada, deneyenin ne yaptığını bilmesi kadar, destek verenlerin her geçerli denemeyi ve her şeyi bilmemekten kaynaklı kaçınılmaz yanılmaları hoşgörmesi de gerekir. Ünlü yazar Samuel Beckett’in dediğini iyi bellemişimdir: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.”. Sorun, deneyip yenilmekte değil, ne yapmak isterken, nasıl yenildiğindir.


Birlikte yaptıklarımızda da yenilik yaşayabiliriz. Toplum yaşantımızda pek çok ortak etkinlik ve başkalarıyla etkileştiğimiz uygulama var. Toplum olmanın zorunlu yönü budur. Zaman zaman bunlarda da yeniliklerle karşılaşırız. Kuyruğa girmekten tutun, evsel atıkların ayrıştırılarak toplanmasına, Çevre Etki Değerlendirme Halkın Katılımı Toplantısı’ndan devre mülke kadar vaktinde başlatılmış toplumsal yenilikler saymakla bitmez. Geçen gün kural hatası yapan sürücü yüzünden trafik  tıkanmışken, cezaların bir bölümünün gönüllü (fahri) trafik müfettişlerince yazıldığını konuştuk. 1997’de başlamış bu uygulama. Herhalde o gün için ilginç bir toplumsal yenilikti. Trafik güvenliğimizi iyileştirir diye umulmuştu.Toplumsal yenilikçilik, yaşantılarımızda kaliteye kolay, yaygın ve daha ileri ölçülerde erişmek için yapılan düzenlemelerdir.


Yenilikçi uygulamaları kurmak zordur, öte yandan karşı çıkanı boldur, Açıkcası yenilikçiliğin yolu kimi yerde dik yokuş kimi yerde sarp kayalıktır. Ama ödülü insanlara umut aşılaması, o yolun sonunda varlıklarımıza ve yaptıklarımıza, ortak yaşantılarımıza taze değerler katma olasılığıdır. Yani yenilikçilikte umut vardır. Yenilikçi olmak beceri kadar cesaret de ister. Umut mu? O, cesaret olmadan yapamaz zaten.

                                                                                                                                                                                                                     

5 Şubat 2020 Çarşamba

ADAMINI BUL!




Ilk kez tanıştığım birinin iki sorusundan korkarım. Bir “Nerelisiniz?” sorusu. Bir de “Nerede çalıştınız?”. Çünkü bu iki sorunun ardından hemen her durumda  “Benim kardeşten ileri sevdiğim (ya da dayımın gelini, olmadı eski komşumun annesi) vardı oradan. Adı ……. Tanır mısınız?” gelir. Çoğunlukla tanımam. “Görsem bilirim belki.” beylik yanıtım olur. Bilirim ki, tanısam da tanımasam da pek fark etmez. Laf dönüp dolaşıp o adın etrafında birlikte yaşananlara, yenilen içilenlere, şirin muzırlıklara, beceri ve iyiliklere gelecek, şimdi o kimsenin acaba nerelerde olduğunda düğümlenecektir.

İstanbul’da kalabalık bir uluslararası konferansta orta yaşı geçkin yabancı konuşmacı, kendini kısaca tanıtırken, o vakitler dünyanın en önde gelen, hemen her ülkede temsilciliği bulunan dev bilgisayar donanımı firmasının ana merkezinde çalıştığını açıkladı.  Konuşmasının bundan sonraki iki cümlesini hiç unutmadım: “Rica ederim bizim firmanın herhangi bir yerinde çalışmış ya da çalışmakta olan tanıdığınızı bana  sormayın.  Tanımıyorum.” demişti.  Sıkıntıyı baştan bertaraf etmek istedi adamcağız.

Bizde merak daha ziyade kişilerle ilgilidir. Geçen aylarda merak konusunda bir dergi aracılığıyla dizi seminerler yapıldı. Bilimsel merakın yetersizliğine değinen çok olmuştu. Gelgelelim kişilerin özel yaşantılarına, yakınlıklarına, geçmişlerine, öz ve öz nereden olduklarına… duyulan merak, bunları ille de ‘öğrenme’ azmimiz eşsizdir. Hep kişiler öndedir. Merakta da, yanlışlıklarda da.

Kişilerle fazlaca ilgilenmek, birinin varlığına, bize yakın durması umuduna bağlanmak, ya da o “biri” ortalıkta olmasa, işlerin yolunda gideceği inancı nedense kuvvetlidir. İyi ya da kötü olan biteni; okul, askerlik, gezi, işyeri anılarını; bilgi edinmeyi; sorun ve çözümleri; başarı ve düşüşleri kişilerle açıklamak da neredeyse bir tutkudur kimilerinde. Kolayımıza mı gelir, kestirme yol olduğundan mıdır, aklımız daha çoğuna ermediği için mi, işi başkasına havale ediverme sorumsuzluğundan mı? Bunlar etkilidir, ama ağır basan nedenler bana kalırsa bunlar değildir.

Adamını bul / tamir etmek ister misin çatını /çıkmak istermisin katını
Sucuk diye, sosis diye / satmak ister misin atını /adamını bul
‘O yok’ deme birader, bulunur / adamını bul
‘Bu yok’ deme birader /adamını bul….
‘….

‘Sırattan geçemem’ deme geçersin / adamını bul,
Dünyada olsan da ahrete gitsen de / adamını bul,
‘O adam o işi yapmaz’ deme, yapar / madamını bul....










e değil
Bir toplantıda çok başarılı bulduğum kuruluştan konuşuluyordu. Yeni bir atılım yapmalarında, kurumsal değil kişisel ilişkilere yaslanmaktan kaynaklı sıkıntılar olduğunu dinledim. Aynı yorumu bambaşka kuruluşlar için de düşünmüş, başkalarından dinlemiştim. Yani kişisel ilişkiye yalnız bireyler  takılı değildir. Kurumlar da kişilerle uğraşır. Bırakın son onbeş yirmi yılı, çalışmaya başladığım 40 yıl öncesinden beri öğrendiğim budur. Her şey mutlaka kişide başlar ve biter.

Bakın Celal Şahin’in 3o yıldan fazla geride kalmış o müzikal taşlaması 'Adamını Bul’ ne der?











Kişisel ilişkiye takılı kalmaya yatkınlığımız nereden gelir? Öncelikle süreçten, etkilerinden, biçimlenmelere değil sonuca önem vermemizden. Fazlaca ‘pratik’ oluşumuzdan, etraflı düşünmenin bizi korkutmasından, yıldırmasından. Sözde “Mükemmel iyinin düşmanıdır.” lafıyla davrandığımızı sanmaktan. Unutmayalım ki, yaşanan an kişinin, gelecek ise topluluğun, kurumların derdidir.

Ayrıca tek kişiyle “iş bitirmek” konforludur. Bir kişiyi ikna etmek, bir gruba kabul ettirmeye göre genellikle daha kolaydır. Kişiler, gruptan  daha az yorucu olur. Yetersizlikler kişisel ilişkide pek ortaya dökülmez. Kişiyle ilişki gizli kalabilir, sırlar saklanabilir. Oysa kurumlar pek öyle örtülü iş yapamazlar. Devlet sırlarının bile bir süre sonra açıklandığını biliriz. Oysa insanlarla mezarlarına giden sır az mıdır? Kişilerin yetkileri sınırlı olduğundan, kişisel ilişkiyle o sınır içindeki her şeyi kazandığımızdan emin olursak, rakiplere daha fazlası verilemez. İçimiz rahatlar. Yarışın tek hakemi olsa ve onunla kişisel ilişkim varsa kolay kolay yenilmem demektir.


İşin bir de öteki, yani kişisel ilişkinin karşı tarafı var. İlişki kurulan tarafı. Orası nasıl tutum alır? İlginç olan  çoğunlukla karşı tarafın da kişisel ilişki kurulmasından mutlu olduğudur. Kendisinden başkasına gerek duyulmaması hoşuna gider. Kişisel ilişki ona rakiplerinden bir adım ileride olduğunu duyumsatır.  Ayılırlar buna! Ne kurum, ne de kural ağır basıp, öncelik verilen birebir ilişki kurmak oldukça, otorite keyfileşip mutlaklaşmaya yüz tutar.

Keyfi davranmaya başlayıp güç kazanan herkes bundan keyif duyar. Olan önce o kurulan ilişkinin dışında kalanlara olur. Sonra da gücü elde edenler dışında kalan herkese.

Tabii işin bir de “Etme bulma dünyası” yanı vardır. Her şeyin kişisel ilişkiyle yürüdüğü yerde, günü gelir başvurulanın da ilişki kurana işi düşer ve….

Oysa hakları kollayan, eşitliği, adaleti kovalayan süreçler, kurum ve kurallardır. Yöntemler kılı kırk yarmak içindir. Gel gör ki, ilkeler hatır ve gönülle eğilip bükülünce etkisizleşir, kimsenin umurunda olmaz. Aslında herkes kaybeder, ama şimdi ama sonra.

Anlayacağınız kurumları, kuralları, planları bir kıyıda unutturan kişisel ilişkiler, iki yanlı çalışan testere gibidir. İleri giderken de keser, geri gelirken de. Süreç, grup, ekip yerine kişisel ilişki dünyası, erişen ve erişilen razı olduğunda kolayca işleyen bir düzendir.  Zaten o yüzden, ‘Adamını Bul!’dan rahatsız olanlar çoğalıp düzene el koymadıkça  yüzyıllar boyu dimdik ayakta durur, sürer de sürer.



3 Ocak 2020 Cuma

GÖNÜL İNŞAATI




















Üzerine en alımlı, en coşkun ve iç yakıcı laflar edilen sözcüklerden biridir gönül. Ne olduğunu her birimizin başka türlü anladığı, aynı anda pek çok şeyi bir araya topladığımız zengin mi zengin kavrayışımız vardır. Yoksa ‘gönlü olmak’ gibi sımsıcak bir eylem ile ‘gönül koymak’ gibi acıtıcı hatta yaralayıcı soğuk bir başkasını, aynı sözcükten türetir miydik? Gönlü olan nasıl arzusunu elde etmeye can atarsa, gönül koyan o kadar “Aman uzakta olsun”, uzak durayım ister.


Daha neler var neler: gönül almak, gönül çelmek, gönül vermek, gönülden gelmek, gönül eğlendirmek, gönül kazanmak, gönlü çekmek... Duygu sahibi olan her varlık duygu eylemleriyle yaşar, kıskanır, yerinir, sevgi duyar, kızar… Bunları yapmaya duygulanım derlermiş. İşte gönül bu duygulanım evrenlerimizin odağı, enerji merkezi sayılabilir. 


Ama gönül yalnızca bir enerji odağı mı? Bence gönül benliğimizin dışarıda olan biteni izleyip, nedenini tam bilemediğimiz iç tepkilerine can vermekle kalmaz. İstenci yani iradeyi de etkiler. İtici ya da çekici de olur. Neyin dışımızda, neyin içimizde olduğu kararına bile gönül ile erişiriz. Beşiktaş’a gönülden bağlıysanız, yönetimin oyuncu transferlerinde ‘Biz’ diye içinizde tuttuğunuz koskoca topluluk olur; skor tabelası aleyhinize olduğunda kulüp yönetimini, oyuncusunu, teknik kadroyu filan derhal dışınızdaki ‘sahtekarlar’ yapıverirsiniz. “Sınıfı geçtim”  ile “Öğretmen sınıfta bıraktı.” arasındaki farkı  yarattıran, bana sorarsanız, gönülden başkası değildir.

Gönül, bilinçaltı ile bilincin sınırını canlı kılar, birbiri arasındaki geçişin kanalını açar. Bu yüzden zaman zaman bilinçten doğan vicdan ve ahlakın dedikleri ile gönülün duyurduğu ‘gönül sözü’ çatışır. Gönül, otomobili park edip, bagajdaki ağır yükü kısa mesafe taşımaya heves ederken, engelli park yeri işaretini gören zihin, bundan alıkoyar. ‘Yapma, sakın yapma!’ sinyalini verir. Ama saat günün geç bir vaktiyse, ortalık karardı ise, günboyu ‘kafa bozukdu’ ise, gönül yine de… Öte yandan hızla hareket edip duran cisimden gözünü alamamak, sağ elinizi kullanmaya alışkın iseniz önce onu ileri uzatmaya eğilimli olmak, duyduğu bir patlama ile yerinden fırlamak, herkesin kahkaha attığı yerde kendini tutamayıp gülmek gibi değildir gönülün yaptırdıkları. Gönülde, bilincin, belleğin, zamanla oluşmuş güdülerin ve etkisinde kalınan insanların, çevrelerin derin izleri vardır

                                                                               

Erişim:  https://www.indiamart.com/proddetail/feelings-and-emotions-acrylic-painting-9111631655.html  


Gönül değişir mi? Elbette, hem de nasıl.  Ne demiş Yunus :
  “Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldik”

Değişmeyecek şey için neden yapmaya kalkışılsın ki? Hintli bir kadın sanatçının internet  üzerinden üzerinden sunulan duygu ve duygulanma konulu üsttteki çalışması işte bu değişkenlik üzerinedir bana kalırsa.
Öyleyse gönül eğitilebilir de. Eğitmek, gizil gücü (potansiyelini) geliştirmek demek olduğuna göre, gönlü eğitmeye gerçekten inanırım. Gönlün işlediği alanı genişletmek, gücünü artırmak, gönlü daha seçici kılmak. Hepsi gönül eğitimiyle olasıdır.

Beğenilmek, takdir edilmek, eşsiz bulunmak.  Kim istemez? Gönlü istekli yapan, sıkıntı çekse dahi dayanma gücü veren o insandaki gönüle değer verdiğini göstermektir. Ama öyle ucuz pohpohlama, yok yere sırt sıvazlama ile değil tabii.  Uğraştırıcı, zorlu bir işde fark yarattığını bildirmek var ya.. İşte odur gönlü çeldiren. “Geldiğin fark etti” demişlerdi geçenlerde bana.  Başkalarının yapmadığını yaptım diye düşündürttüler. Nasıl da gönlümü aldı bu!  Elbette hor görüldüğü, itilip kakıldığı halde gönlünün çektiğini yapmakta direnen ve sonunda başaran vardır. Ama o gönüllerin gizil gücü zaten yolunu bulmuş demektir. Benim sözüm, henüz gönlüne değerli ürün veresi konular girmemişler, gönlündeki cevher ortaya çıkarılmamışlar için. 


Aidiyet de gönlün eğiticisi olabilir. Bir ortam sizin de izlerinizi taşıyor görünmelidir. Tercihlerinizin yer ettiği küçük bir dünyayı tam orada sezmelisinizdir ki heveslenesiniz; içten gelerek kendinizden veresiniz. İnanç gruplarının, tarikatların yaptıkları, gönül bağını kurmayı başarmalarında izledikleri yol da budur. Birey orada başkası değil kendi olduğunu, özünü bulduğunu benimsemiştir.  Yıllar sonra dönüp geldiğiniz babaevi, belki hiçbir yakınınız artık yaşamıyor dahi olsa, yüreğinizi cız ettirir, gönül telinizi titretir. Çünkü orada size aitlikler gömülüdür; gözünüzün içine bakarlar, yalnız sizin çekip çıkarmanızı beklediklerini fısıldamaktadırlar.


Keyif aldırmak gönlü eğitir. Örneğin ritm eşliğinde çalışma, gönlün yorgunluğa dayanıklılığı artırır. Afrikalı kölelerin pamuk toplarken gönülden çalışabilmek için ürettikleri ritm, bambaşka bir müzik çığrı açmıştır. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül söyleşme ister kahve bahane” de, gönlün keyif aranışını dile getirir. Tanıtırsın, denetirsin, keyif alınası yanı gösterirsin, bir de bakmışsın o gönül eğitilmiştir.

Birinin gönlünü kaptırmak mı istiyorsunuz, belki en iyi yol imrendirmedir. Çoğu araştırmacı, bilimsel gözlemleri sonucu, doyasıya aşkı, romanlarda, şiirler, filmler, şarkılarda izlediklerimize imrenmeyle içimize yerleştirdiğimizi iddia eder. Kimbilir. Ama iştahla atılan bir cesaret adımının cevresine cesaret yaydığını bilmeyen yoktur. Kötülük gibi, cesaretin de bulaşıcılığı, gönülleri cesaretlendirenin imrenme olduğunu düşündüren çok gözlem var.


Gönül inşaatı müteaahit işi değildir, kazancı var diye başkasının üzerine yıkıp öte yanda kendi bildiğimizi okumakla gönül yapıcı olunmaz. Gönül, içten gelmeden yapılanı, göstermelik ustalığı, pazarlıkla girişilen işi er geç sezer.  Gönül çeksin, gönüllü olunsun istiyorsak, hiç de sıradan olmayan işlerde o insanın yarattığı farkı önemsediğini belli ede ede takdir etmek, keyif almasını sağlamak, imrendirici, can çektirici yanları öne çıkarmak ve insanı o çevrenin yapıcısı, temel bir parçası kılmak işe yarayabilir. Ya takdir yerine küçük, önemsiz, sıradan görme; imrendirme yerine bezdirme; aidiyet yerine yabancılaştırma; keyif aldırma yerine keyif kaçırma olursa, gönül inşaatı tamamlandı sandığımızda,  ayakta kalan bir şey olur mu?